Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

28 Aralık 2013 Cumartesi

"Yaprak döker bir yanımız, bir yanımız bahar bahçe"



İki yıl önce bugün Uludere'de, yasaklanan adıyla Roboski'de 17'si çocuk 34 insan katledildi. Roboski'li aileler, iki yıldır adalet bekliyorlar ve adalet hala yerini bulmadı. Hükümet, adaletin gereğini yerine getirip katliamın sorumlularını cezalandıracağına, yapılan katliam için ailelere tazminat ödeyerek bu davanın peşini bıraktırmaya çalışıyor. İnsan hayatının bu kadar ucuz olduğu bir ülkede, devletin tazminatı ödemekte çok da zorlanmayacağı aşikar. "Öldürürüm ama parası neyse onu da veririm" minvalinde bir şeyler geveleyen hükümet'e en güzel cevabı Roboski'li aileler, katliam paralarını almayarak verdiler. Onlar para değil, sadece adalet istiyorlar.

Her konuda üç maymunu oynayan yandaş medya, katliamdan sonra da hiçbir şey olmamış gibi davrandı. Onlara göre mesele sadece bir yanlış anlaşılmadan ibaretti ve öldürülen o insanlar kaçakçılık yaparken örgütün geçiş güzergahını kullandıkları için bu olay yaşanmıştı. Sadece medyada değil, toplumun çoğunluğunda da tepkisizlik konusunda bir uzlaşma söz konusuydu. Kürtler ve ülkemizde hala mevcut olan vicdanlı insanlar haricinde kimse bu duruma itiraz etmiyor, bu durumun korkunçluğunu sorgulamıyordu. 

Katliam'dan üç gece sonra Türkiye, sanki hiçbir şey olmamış gibi coşkuyla yılbaşını karşılıyordu. Havai fişekler patlıyor, insanlar tüm yıl boyunca yaşadıklarını anımsarlarken üç gece önce yaşanan hadiseyi unutmuşlardı. Katliam günü halka haber verip reytingini arttırma gibi bir uğraşa girmeyen  televizyon kanalları yılbaşı gecesi, en ünlü sanatçıları davet ederek birbirleriyle reyting yarışına girişmişlerdi.

"Zulme karşı susan dilsiz şeytandır" diyen dindarlar, söz konusu Kürd'e uygulanan zulüm olunca dilsiz şeytan kesilmişlerdi. O günlerde Hükümet'le arasında herhangi bir sorun olmayan Cemaat, Zaman Gazetesi'nde "Irak sınırında F-16'lar kaçakçıları vurdu:35 ölü" manşetini atarken, Hükümet'le araları bozulduğu için geçtiğimiz günlerde aynı gazete "Uludere, 726 gündür adalet bekliyor" manşetini atacaktı. Dersaneleri kapatıldığı için hükümete etmedik beddua bırakmayan Fethullah Gülen, o günlerde küçük bir başsağlığı ile meseleyi geçiştirmişti.

Gezi direnişiyle beraber "Kürtlerin yıllardır neler çektiğini ancak şimdi anladık" diyenler, katliam döneminde Kürt'lerin neler çektiğini henüz anlayamadıkları için meseleyi bir kınama twitiyle geçiştirmiş ve meydanlara inme zahmetinde bulunmamışlardı. Gezi direnişinden sonra, Kürtler'in yıllardır neler çektiğini anlayan (?) Gezi ruhu, geçtiğimiz günlerde yaşanan Gever katliamına da sessiz kalınca anlaşıldı ki, Türkiye'nin batısındaki bir ağaç doğusundaki bir insandan daha değerliymiş.

Hiçbir zaman destekledikleri partinin yanlış yapmayacağını düşünen AKP seçmenleri ise, "onlar da kaçakçılık yapmasalardı canım" şeklinde bir savunma yapıyor ve ülkenin kaçakçılık yüzünden her yıl milyonlarca zarara uğradığı konusunda nutuk veriyorlardı. Kişi başına ancak elli lira kazanacak olan Roboski'li çocuklar için bu savunmayı yapanlar, yaptıkları yolsuzluklarla ülkeyi milyarlarca dolar zarara uğratan bakan çocukları için tek kelime bile etmeyeceklerdi.


Ulusalcılar var bir de, AKP'nin her yaptığına muhaliftirler ama söz konusu Roboski olunca, herhangi bir muhalifliklerini göremedik. Bu grubun neredeyse tapındığı Yılmaz Özdil vardır, "bu hafta yazı yazamayacam" dediği yazılarını bile sosyal medya'da yüz binlerce insan  paylaşır. Bu derece sever ve tapınırlar. Her gün, ortalama beş twite denk gelen yazılar yazan Yılmaz Özdil, Roboski'den sonra üşenmeden "Sayın kaçakçı" diye uzun bir yazı yazmıştı. Kariyerinin en uzun yazısında kaçakçıları katıra benzetmiş ve haftada 15 bin lira kazandıklarını iddia etmişti. Ona göre de, öldürülen kaçakçılar masum değildi. Sonuna kadar hak etmişlerdi bombalanmayı.

Bu ülke coğrafi olarak bölünmemiş olsa da, psikolojik olarak çoktan bölünmüştür. Aksi takdirde ülkenin batısında coşkuyla yılbaşı kutlanırken doğusunun yasta olması başka türlü açıklanamaz. Acılarımız ve sevinçlerimiz aynı değilse birlikte yaşamanın da hiçbir anlamı yoktur. Acılarımız ve sevinçlerimiz bir olmadığı sürece korkarım ki, bu mutsuz evliliği daha fazla sürdüremeyiz. 

"Bu ne beter çizgidir bu / Bu ne çıldırtan denge.
 Yaprak döker bir yanımız, bir yanımız bahar bahçe"
  

                                                                       mütecessis seyyah (KapkaraMizah) on Twitter

                                                                       28.12.2013



NOTLAR:

1) Toplumdaki Roboski Katliamı algısının vehametini az çok göstermek açısından Twitter'da 700.000 kişi tarafından takip edilen bir hesabın attığı twiti ve oraya yapılan bir yorumu sizlerle paylaşmadan edemeyeceğim.
A) https://twitter.com/bunsenbeki/status/416721150131986432
(Katliamdan sonra bu tepkiyi birçok kişinin de bizzat ağzından duydum)
B) https://twitter.com/UqurCaqlayan/status/416747504856993793  ("En iyi Kürt ölü Kürt")

2)Zaman Gazetesi'nin önceki ve sonraki manşeti:
 http://galeri8.uludagsozluk.com/426/zaman-gazetesinin-iki-y%C3%BCzl%C3%BCl%C3%BC%C4%9F%C3%BC_549756.jpg

3) Hasan Hüseyin Korkmazgil, "Öyle bir yerdeyim ki" şiiri.
 http://www.antoloji.com/oyle-bir-yerdeyim-ki-siiri/

4)Yılmaz Özdil, "Sayın kaçakçı" http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/19614987.asp

5) Bu yazıda Gezi direnişçileri için yapılan eleştiriyi yine bir Gezi direnişçisinin yazdığını gözardı etmezseniz sevinirim. 













24 Aralık 2013 Salı

"Yolsuzluk yaptım ama sor bakalım niye yaptım?"




Yeşilçam'ın klasiklerinden olan Banker Bilo filmini bilmeyenimiz yoktur. Bilo, saf-temiz ve iyi niyet timsali bir köylü çocuğudur; Maho ise, köyünden İstanbul'a göç edip orada her türlü hinliği ve üç kağıdı öğrenen biridir. Film boyunca üç kağıtçı Maho'nun, Bilo'yu nasıl aldattığı anlatılır. Bilo, kazık yediği hemşehrisinin yakasına yapışıp hesap sorarken her seferinde "yaptım ama sor bakalım niye yaptım?" sorusuyla karşı karşıya kalır. Bilo "soruyorum ulan, niye yaptın?" dediğinde Maho, olayları uzun uzadıya anlatır, altından girer üstünden çıkar ve suçlu olduğu halde kendisini suçsuz-günahsız gösterir.

Son yıllarda ülkede yaşadıklarımız da bu filmden pek farklı sayılmaz, bir şeyler oluyor ama biz, hesap soramıyoruz. Hesap sormaya kalktığımızda ise Banker Bilo filminde Maho'nun yaptığı gibi, "yaptım ama sor bakalım niye yaptım" şeklinde bir savunmaya maruz kalıyoruz. Hükümet'in savunması bittiğinde hesap sorduğumuz için ne çapulculuğumuz kalıyor ne de vatan hainliğimiz. Hükümetin yaptıklarının arkasında gizli olan iyi niyeti, Türkiye'yi Ortadoğu'nun lideri yapacak stratejiyi ve uluslararası dengeleri anlayamadığımız için her seferinde suçlu yine biz oluyoruz. Usta bir şey yaptıysa bu muhakkak Türkiye'nin ve milletin lehinedir, bizim kafamız böyle ince işlere çalışmaz ama bu böyledir. Usta ki, on bir yıldır ülkeyi yönetiyor, devlet yönetiminde deneyimi çok yüksektir, onun yaptıklarına bizim aklımız ermez.

Sevenleri Erdoğan'ı sadece Başbakan olarak değil, bunun yanında çok mübarek bir zat olarak da görüyorlar. Egemen Bağış, Erdoğan'ın doğduğu şehirleri mübarek ilan etmişti. AKP Aydın il başkanı daha da ileri giderek Erdoğan'a peygamber benzetmesi yapmıştı. Son günlerde de sosyal medya üzerinden yüzlerce kişi Erdoğan'ı "Allah'ın yer yüzündeki gölgesi ve halifesi" ilan ediyor. 

Başbakan, son günlerde belgeleriyle ortaya çıkan yolsuzluk meselesini hiç reddetmedi, dikkatleri hep milli irade, zamanlama ve paralel devlet yapılanmasına çekerek lafı geçiştirdi. Kendisine bu kadar olağanüstü özellik atfedilen bu kişi bir gün çıkıp "yaptık ama bir sorun bakalım niye yaptık" dedikten hemen sonra "biz yolsuzluk yaptıysak da bunu millete hizmet için yaptık" derse buna gözü kapalı inanacak insanlar var çünkü onun yaptıklarına akıl sır ermez. Usta yapıyorsa bir bildiği vardır. 

Biz yönetilenler Bilo gibi saf, yönetenler de Maho gibi hin olduğu sürece sırtımıza çok binilecektir. Neyse ki, film'in sonunda Bilo her şeyin farkına varır ve hayatı boyunca Maho'dan yediği tüm kazıkların öcünü alır. Bir gün halk'ın da Bilo gibi her şeyin farkına varması ve kendilerini sömüren Maho'lardan kurtulması dileğiyle.


                                                                    mütecessis seyyah (KapkaraMizah) on Twitter

                                                                    24.12.2013



KAYNAKLAR:  1) Banker Bilo özet:  http://www.youtube.com/watch?v=b-wZ-1Bxgm0
2)Egemen Bağış haberi: http://www.haberturka.com/haber.php?haber_id=95131
3)Peygambere benzetme haberi: http://yenisafak.com.tr/Politika/?i=239416
4) Halife ilan eden twitlerden birkaçı:       https://twitter.com/BeyhanDemirci/status/415092497007017984 /
  https://twitter.com/BeyhanDemirci/status/414839853952794625

                                                                    

                                                                  



19 Aralık 2013 Perşembe

"Türkiye'de her şey olabilirsiniz ama bir tek şey olamazsınız, rezil olamazsınız!"




Birkaç gün önce hepimiz güne yeni bir operasyon haberiyle uyandık. Bu sefer meselenin gezi parkı eylemleriyle ilgisi yoktu. Gözaltına alınanlar yoksul halk çocukları değil, tam tersine mevcut bakanların çocukları ve diğer yakınlarıydılar. Yolsuzluğa karışan bu insanlar, bakan babalarının haberi bile olmaksızın gözaltına alınmışlardı.

Çok şaşırdık ama şaşkınlığımız bakan çocuklarının  yolsuzluk yaptığına inanamamış olmamızdan değil, gözaltına alınmış olmalarından kaynaklıydı çünkü hepimiz başa gelen iktidar'ların yakınlarını semirtmesinin Türkiye'de bir gelenek olduğunu iyi biliyoruz. Çok geçmeden bu şaşkınlığımızı da atlattık çünkü meselenin AKP ile Cemaat arasındaki iktidar mücadelesinden kaynaklandığı anlaşıldı. Cemaat, kendisini saf dışı bırakmaya çalışan AKP'yi köşeye sıkıştırmak için yargı ve emniyet içindeki bağlantılarını kullanarak yapılan yolsuzlukları ortaya çıkartmıştı ve bizim de haberdar olmamız ancak bu vesileyle olmuştu.

Her geçen dakika mesele daha da büyüyor, internet sitelerinde dolaşıma sokulan belgeler gösteriyor ki, bu iş bakan çocuklarıyla kalmayıp bakanlara kadar uzayacak. Bu belgeler, telefon konuşmaları, rüşvet alınırken çekilen fotoğraflar ve rüşvetin kaydını tutmak için tutulan exel notlarından oluşuyor. Muammer Güler, Egemen Bağış ve Zafer Çağlayan haricinde yeni şüpheliler çıkar mı ya da bu iş Başbakan'a kadar uzar mı bilemiyoruz. 

Başka bir ülkede olsa Hükümet düşürecek bu iddialar Türkiye'de en fazla birkaç Bakan'ın istifası ve söz konusu bakan çocuklarının birkaç ay tutuklu yargılanmasından ibaret olur. Başbakan'ın kendisinin yolsuzluk yaptığına dair belge çıksa bile Hükümet, bu işten kolaylıkla sıyrılabilir. Hatta sıyrılmak bir kenara bu işten yeni bir mağduriyet çıkararak bu sürecin sonunda karşımıza daha da güçlü çıkabilir çünkü biz, yolsuzluğun ve rüşvetçiliğin ayıp sayılmadığı bir ülkede yaşıyoruz.

Turgut Özal Başbakan olduğu dönemde, kendisine memur zamlarının yetersiz olduğu söylendiğinde "benim memurum işini bilir" diyerek memurları rüşvete teşvik etmişti. Bizzat bir Başbakan tarafından yapılan bu teşvik, toplumda herhangi bir tepkiye sebep olamamıştı çünkü toplum da Özal gibi bu meseleyi çok sıradan bir olay gibi görüyordu. "Bal tutan parmağını yalar; devletin malı deniz yemeyen keriz ve götürene maşallah, götüremeyene inşallah" gibi atasözleri toplumun yolsuzluk ve rüşveti sıradan bir olay olarak görmesi bir yana hayranlıkla baktığının göstergesidir.

Bu atasözleri ortadayken AKP'nin bu süreçten yara alarak çıkacağını düşünmek büyük bir yanılgıdır. Murathan Mungan'ın da çok güzel bir şekilde ifade ettiği gibi "Türkiye'de her şey olabilirsiniz ama bir tek şey olamazsınız, rezil olamazsınız" 


                                                                  mütecessis seyyah (KapkaraMizah) on Twitter

                                                                  19.12.2013





5 Aralık 2013 Perşembe

Bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları eşittir ama AKP'liler daha eşittir.


Edebiyat tarihi, içerisinde birçok distopik roman barındırmaktadır. Gün geçmiyor ki, ülkede bu romanlardan bir parça görmeyelim. Yazarlar, Türkiye'nin bugün'ünü görüp yazmış olsalar ancak bu kadar benzeşebilirdi. Bunlardan birisi de George Orwell'in Hayvan Çiftliği adlı romanıdır. 

Her ne kadar, George Orwell'in bu kitabıyla Sovyet Rusya'yı eleştirmiş olduğu söylense de kitap Sovyetler Birliği'nin yıkılmasından sonra da güncelliğini korumuştur. Kitapta, sosyalist ve kapitalist devletler ayırt edilmeksizin sadece otoriter ve totaliter rejimlerin eleştirildiği iki uçlu bir yergi kullanılmış olması bunun temel sebebidir.

Kitabı kısaca özetleyecek olursak, Bay Jones'un çiftliğinde köle gibi çalışan hayvanların kendilerine yemlerinin verilmediği bir günde isyan ederek iktidarı devralmalarını ve sonrasında gelişen süreci anlatır. Çiftlikte iktidar, insanlardan alındıktan hemen sonra çeşitli kurallar konulur. Bunlardan birisi de "bütün hayvanlar eşittir" kuralıdır. Zaman geçtikçe domuzlar bu kuralı "bütün hayvanlar eşittir ama bazı hayvanlar (domuzlar) daha eşittir" şeklinde lehlerine değiştirirler.

Bu kitap ile Türkiye'nin benzeştiği nokta ise tam da budur. 2002 yılın'da AKP'nin iktidar olmasını da mevcut düzene karşı demokratik yollarla gerçekleşen bir isyan olarak görebiliriz. O gün, mevcut olan statükonun ötekileştirdiği ne kadar insan varsa bu partiye destek oldu ve onu iktidara taşıdı. İktidarının ilk yıllarında toplumun her kesimini kucaklayan bu partiye zamanla bir şeyler oldu. Önce Atatürk'çü (seküler) kesim ötekileştirildi, sonra cumhuriyet tarihi boyunca hep öteki olan Kürt'ler bir kez daha ötekileştirildi, daha sonra ise aykırı ses çıkaran herkes bu ötekileştirmelerden payını aldı ve ülkenin hapishaneleri muhaliflerle dolup taştı. Bütün bunlar olurken İktidar'ın gizli ortağı Cemaat de medyası ve devlet içindeki adamlarıyla bu cadı avına elinden gelen yardımı yapıyordu ta ki bir gün, sıra onlara gelene kadar. 

İktidarının ilk yıllarında "Bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları eşittir" diyordu AKP, tıpkı Hayvan Çiftliği'nde "bütün hayvanlar eşittir" dendiği gibi. Birkaç yıl önceye kadar "Bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları eşittir ama AKP'liler ve Cemaat'çiler daha da eşittir" deniyordu. Şimdi ise "Bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları eşittir ama AKP'liler daha eşittir" deniyor tıpkı kitapta "Bütün hayvanlar eşittir ama bazı hayvanlar daha eşittir" dendiği gibi.

Eşitlik, iktidar'ı elinde bulunduranların lehinde gelişirken iktidar olmayan insanlar başta olmak üzere diğer tüm canlıların aleyhinde gelişmesinin sebebi de yine aynı kitapta hayvanların bakış açısıyla söylenen şu cümlede gizlidir: "İnsanoğlu, kendinden başka hiçbir canlının çıkarını gözetmez."

  

Kaynak: George Orwell, Hayvan Çiftliği (Can Yayınları)                                                     

                                                                            mütecessis seyyah (KapkaraMizah) on Twitter

                                                                            05.12.2013







25 Kasım 2013 Pazartesi

Hepimiz, Franz Kafka'nın Joseph K'sıyız.


Franz Kafka, "Birisi, Joseph K. ile ilgili olarak yanlış bir suçlamada bulunmuş olmalıydı, çünkü yanlış bir şey yapmamış olmamasına rağmen bir sabah tutuklandı." cümlesiyle başlar Dava isimli kitabına. Bu kitabı okuyalı çok oldu ama ne o kitabı ne de o kitabın kahramanını unutamıyorum, unutturmuyorlar! 

Birkaç gün önce oyuncu Barış Atay ve onunla beraber beş kişi daha RedHack davasından gözaltına alındı. Bu bir ilk değildi ve son da olmayacaktı. Dün gece suçsuz oldukları anlaşıldığı için hepsi serbest bırakıldı, çünkü gerçekten suçsuzdular. Barış Atay, "twitterdan anlayan biri foto yüklerken neden internal server error verdiğini söyleyebilir mi?" diye twit atacak kadar bilgisayardan anlamayan bir insandı, eğer onu bile hacker olmak suçuyla gözaltına aldılarsa bir gün internetten gazete okuyup birkaç twit atabilen herkesi gözaltına alabilecekler demektir. Zaten savcılıkta da "gezi parkı sürecinde twit attın mı?" diye soru sormuşlar. Gezi parkı eylemlerinde 24 saat içinde 2 milyon twit atılmıştı, bu suçsa hepimiz suçluyuz. Hali hazırda "siber suçlarla mücadele daire başkanlığı" açılmışken bir gün hepimiz, twit attığımız için tutuklanabiliriz.

RedHack, KCK ve Ergenekon davaları söz konusu olduğunda devletin gözü kararıyor ve hukuk'un "aksi ispatlanana kadar herkes masumdur" ilkesini unutup "masumiyeti ispatlanana kadar herkes suçludur" cümlesini kendilerine şiar ediniyorlar. Herhangi bir şekilde delillerin karartılmasının mümkün olmadığı durumlarda bile insanları tutuklu yargılayarak özgürlüklerine el koyuyorlar. Suçsuzlukları ispatlanana kadar çoğu cezaevlerinde kötü koşullarından kaynaklanan, filmlere ve kitaplara konu olabilecek dramlar yaşamak zorunda kalıyorlar. 

Mevcut terörle mücadele kanunu ve iktidarın tavrı masum insanların suçlu ilan edilmesine çok açıktır. İdris Naim Şahin, 2011 yılında yaptığı bir konuşmada "terör sadece dağda çatışmayla olmaz şiir yazarak, resim yaparak, makale yazarak teröre destek olanlar var" demişti. Bu demek oluyor ki, hepimizde bir Joseph K. potansiyeli var. Bir sabah, ne suç işlediğimizi bilmeden twit attığımız, şiir okuduğumuz, resim yaptığımız ve makale yazdığımız için terörist sayılarak gözaltına alınabiliriz.

Kafka, Dönüşüm kitabında, sabah uyandığında kendisini böcek olarak bulan Gregor Samsa'yı anlatırken, Dava kitabında ise devletinin gözünde bir böcek kadar bile değeri olmayan bizleri anlatır.

Kaynaklar: 1) Franz Kafka, Dava (1925)   2)https://twitter.com/barisatay/status/379740292909637632  3) http://www.radikal.com.tr/politika/icisleri_bakanindan_yeni_teror_tarifleri-1073629 ) 4)Konuyla ilgili film önerisi: İn the Name of the Father

                                                                             




                                                                             mütecessis seyyah (KapkaraMizah) on Twitter


                                                                             26.11.2013







24 Kasım 2013 Pazar

Hırpalayan polisler, hırpalanan öğretmenlerin yetiştirdiği bir nesildir.


Sürekli değişen ülke gündemimizi son günlerde de eğitim sistemi işgal ediyor. Aslında olması gereken gündemimiz de tam olarak bu ama eğitim sistemini değil sonuçlarını konuştuğumuz için işgal kelimesini kullanıyorum. Dersaneler de, polisin Ankara'nın göbeğinde öğretmenleri hırpalaması da eğitim sisteminin dolaylı sonuçlarıdır.

Eğitim sistemimiz, her şeyden önce bilimsel değil, ideolojiktir. Okullar, devletin ideoloji pompaladığı kurumlar olarak görev görmektedirler. Bu ülkenin eğitim müfredatı yıllardır öğrenci şekillendirmeye yönelik yazılıyor. Milli eğitim'in çarklarından geçmiş bir öğrenci eğer sadece müfredat kitaplarıyla yetinmişse ideolojisi az çok bellidir. On iki yıllık zorunlu eğitimden geçen bu öğrenciler, devletin istediği makbul vatandaşlar haline gelmişlerdir. Bilimle uzaktan yakından ilgisi olmayan pragmatizme dayalı bu eğitimin sonunda seri üretim ile aynı fabrikadan çıkan ürünler gibi bu öğrenciler de birbirlerine benzer özellikler gösterirler. Görselde görüldüğü gibi aynı dünya görüşüne sahiptirler ve devletin istediği yönde gelişmelerini tamamlamışlardır. 

Bu anlattıklarım sanki distopik romanları andırıyor olabilir ama hepimiz bu süreçten geçtik. Devlet, Kürt vatandaşların çocuklarını asimile etmek için yıllardır okulları kullanıyor. Okula ilk geldiği gün, anadilinde konuşması yasaklandığı gibi başka bir dilde eğitime tutuldu. On iki yıllık eğitimin sonunda, öğrenci anadilini unutmuş ve çoktan başka bir dil ile düşünmeye başlamıştır.

Devlet, Alevi vatandaşların çocuklarını ise din kültürü ve ahlak bilgisi dersi ile sünnileştirmeye çalıştı. Bu öğrenciler bu eğitimin sonucunda sünni olmamış olsalar da aleviliğin hak bir meshep olmadığını kabullenmek zorunda kalmışlardır.

Devlet, dindar vatandaşların çocuklarını ise sekülerleştirmek amacıyla Atatürk'çülüğü
 dikte ediyordu. Alevi'ye zorunlu din dersi veren devlet, hali hazırda dindar ailelerden gelen çocukları da sekülerleştirmek istiyordu. Yani, vatandaşlar sünni olsun ama dindar olmasın istiyordu.

 Son on yıldır ülkeyi yöneten AKP iktidarı ise bu sekülerleştirmeyi azaltmakla kalmayıp müfredata Siyer ve Kuran derslerini de ekleyerek eğitimi daha da muhafazakar çizgiye çekmiştir. Eğitim sistemi iktidar olanın kendi ideolojisini pompaladığı bir araç, okullar ise bunu gerçekleştiren kurumlar olarak kullanılmaktadır. 

AKP öncesi devlet, ulusalcı, seküler sünni ve Atatürk'çü vatandaşlar yetiştirmek istiyordu. AKP sonrası devlet ise vatandaşın, milliyetçi, dindar sünni ve muhafazakar olmasını istediği için eğitim sitemini 4+4+4 olarak şekillendiriyor. 

Dersane ve öğretmenlerin hırpalanması olayına geri dönecek olursak da, dersaneler yıllarca öğrencisini şekillendirmekle uğraşan devletin vermeyi unuttuğu eğitimi öğrencilere vermek için ortaya çıkan kurumlardır ve öğretmenler gününden bir gün önce öğretmenleri hırpalayacak kadar gözü dönen polisler ise yıllarca okullarda devletin bekası için her şeyin makbul olduğu öğretilen öğrencilerdir. Hırpalayan polisler, hırpalanan öğretmenlerin yetiştirdiği bir nesildir.

Eğer sadece müfredat kitaplarını okuyan biri olsaydım ya öğretmenleri hırpalayan bir polis ya da öğretmenlerin meydanlarda düştüğü bu acı durum karşısında oh çekip alkışlayan bir vatandaş olurdum.Belki de destan yazdılar bile derdim ama demiyorum çünkü ben, Mark Twain'in de dediği gibi "hiçbir zaman okulun eğitimime engel olmasına izin vermedim"

Bugün öğretmenler günü, bu vesileyle öğrencilerine müfredat haricinde bir kelime olsun öğreten tüm öğretmenlerin önünde saygıyla eğiliyorum.


mütecessis seyyah (KapkaraMizah) on Twitter

24.11.2013












26 Ağustos 2013 Pazartesi

Çocuklarımız okudukça isyan ediyor...




Başbakan, eski adı "Rize Üniversitesi" olan "Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi" geliştirme vakfı toplantısında eğitimle ilgili birkaç laf etmiş olabilmek için Sakallı Celal'in "bu kadar cehalet ancak tahsille mümkündür" sözünü kullanıyor ve ardından çocuklarımızın okudukça cahilleştiğini öne sürüyor.

Aslında Başbakan'ın okumak ve kitap üzerine söylediği ilk şeyler değil bunlar. 2005 yılında da TOBB Üniversitesi'nin açılışında öğrencilere "öğüt" verirken "Benim zamanımda nice arkadaşım vardı, çok okurlardı, kütüphaneleri vardı ama şimdi sefilleri oynuyorlar. Kitapların arasının dışındaki dünya eşittir başarı. Pratik önemli, girişimci bunu yakalamıştır. Siz de öyle yapın" diyerek öğrencileri okumak yerine girişimciliğe teşvik etmişti.

Başbakan bunları herhangi bir yerde değil, üniversitelerin içinde yaptığı konuşmalarda dile getiriyor. Kitap okumayı sevmeyen bir insanın Başbakan olmasından daha vahim bir şey varsa o da kitap okumayan ve eğitim kurumlarını sadece girişimci-ara eleman yetişmek için kullanılan yerler olarak gören bir insanın isminin bir üniversiteye verilmesidir.

"Bu kadar cehalet ancak tahsille mümkündür" sözü Nazım Hikmet'in, Haldun Taner'in ve Ali Sami Yen'in hocası Sakallı Celal'e pek yakışıyor fakat Başbakan bile olsa kitap okumayı sevmediğini her konuşmasında belli eden bir insanın ağzında pek sırıtıyor.

Bakan Taner Yıldız, Gezi eylemlerinden sonra katıldığı bir programda "Eğitim seviyesi yükseldikçe AK Partinin hitap ettiği alanın daha da daraldığını görüyoruz, anketler bize bunu gösteriyor" demişti. Nitekim, Gezi Parkı'nda eylem yapan insanların ilk işi oraya kendi çabalarıyla bir halk kütüphanesi kurmak olmuştu. Başbakan'ın söylediğinin aksine çocuklar okudukça cahilleşmiyor olsalar da okudukça bilinçleniyor ve isyancı oluyorlardı.

Karşımızda, kendi yazdığı müfredat kitapları haricinde tüm kitapları tehlikeli ve sakıncalı olarak gören bir İktidar var. Bu yüzden, dünya klasiklerini bile yasaklamaktan geri durmuyorlar ve bize her fırsatta okumamamız gerektiğini telkin ediyorlar. 

Onların söylediğinin aksine biz, ilk ayeti "yaratan rabbinin adıyla oku" olan Kuran'ın emrini dinleyeceğiz ve okumaya devam edeceğiz...

Kaynaklar:  1)Alak Suresi 1.Ayet / 2)http://tr.wikipedia.org/wiki/Celal_Yal%C4%B1n%C4%B1z
3) http://www.radikal.com.tr/haber.phphaberno=1447184) http://www.radikal.com.tr/politika/erdoga_bu_kadar_cehalet_ancak_tahsille_mumkun-1147680/ 5) http://www.youtube.com/watch?v=ZnsftqyDGLQ


mütecessis seyyah (KapkaraMizah) on Twitter

26.08.2013









16 Ağustos 2013 Cuma

Bazen sarf edilen bir kelime, insanın hayatına bile mal olabiliyor...



Memet Ali Alabora, gezi eylemlerine katılan sanatçılardan sadece biriydi, fakat yandaş medya tarafından bu eylemlerin lideri olarak gösterilmesi sonucu kendisine sosyal medya üzerinden bir linç kampanyası başlatıldı. Bu linç kampanyasının başlatılıp sürdürülmesinde Melih Gökçek önemli bir rol aldı. Memet Ali Alabora'nın ne vatan hainliği kaldı ne de darbeciliği.

Memet Ali Alabora, gezi eylemlerine katılan diğer sanatçılar gibi ilk defa bir toplumsal eyleme katılan biri değildi, nerede bir hak arama mücadelesi varsa Alabora oradaydı. Ayrıca 2003 yılında Amerika'nın Türkiye üzerinden Irak'a müdahalesini öngören 1 Mart tezkeresinin Meclis'ten geçmemesi için de, savaş karşıtı forumlarda halkı bilinçlendirmek amacıyla görev almıştı. Karşımızda , batı'dan iyi bildiğimiz fakat Türkiye'de görmeye alışkın olmadığımız bir sanatçı tipi var, Alabora ne darbeci ne de teröristtir, o sadece toplumsal olaylara karşı duyarlı bir politik aktivist.

Bir yandan Twitter'da Melih Gökçek tarafından linç kampanyası yürütülürken diğer yandan Başbakan, Alabora'nın "Mesele sadece Gezi Parkı değil arkadaş, sen hala anlamadın mı?" twitini kanıt olarak gösterip "bu ülkede hukuk varsa, bunun hesabını soracağız" diyerek yargıyı yönlendiriyordu. Sosyal medya'dan yapılan linç kampanyası Alabora'ya ölüm tehdidi olarak dönerken Başbakan'ın yönlendirmesi sonucu "Türkiye Cumhuriyeti Hükümetine karşı silahlı isyan" suçundan 20 yıl hapis istemiyle soruşturma başlatılıyordu.

Daha önceki tecrübelerimizden şunu biliyoruz ki, bu ülkede ölüm tehditleri, sadece tehdit olarak kalmıyor kısa süre sonra uygulamaya da geçiriliyor. Hrant Dink, bir yazısında sarfettiği, "Türk"ten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan, Ermeni'nin Ermenistan'la kuracağı asil damarında mevcuttur" cümlesi yüzünden önce ölüm tehditleri alacak-Türklüğe hakaretten yargılanacak ve kısa süre sonra öldürülecekti.

Kendisi de kurduğu cümleler-yazdığı romanlar dolayısıyla yargılanan ve bu yüzden uzun zaman yurt dışında yaşamak zorunda kalan Mehmet Uzun'un da dediği gibi,


"Kelimelerin çok pahalı olduğu bir toplumda yaşıyoruz, bazen sarf edilen bir kelime insanın hayatına bile mal olabiliyor"

Ve artık biz, sar fettiği cümleler yüzünden öldürülen insanlar görmek istemiyoruz...

Alıntı: Aşk Gibi Aydınlık, Ölüm Gibi Karanlık, Mehmet Uzun 

mütecessis seyyah (KapkaraMizah) on Twitter
16.08.2013


11 Temmuz 2013 Perşembe

Çocuklara da Analara da kıymayın efendiler...


Bu ülkede ne değişirse değişsin, annelerin çektiği acılar hiç değişmedi. Hükümetler değişir, sebepler değişir, insanlar değişir ama annelerin çektiği acılar değişmez. "Cennet annelerin ayakları altındadır" gibi dini bir referansa rağmen bu ülkede anneler'e her gün cehennem hayatı yaşatılıyor. Düne kadar memleketin doğusunda süren kirli iç savaş dolayısıyla acı çeken anneler, bugün memleketin batısında devletin evlatlarına uyguladığı zulüm dolayısıyla ağlıyorlar. 

Başbakan, grup toplantılarında altı aydır şehit haberi gelmiyor, bu ülkeye barışı biz getirdik diye övünüyorken diğer yanda gezi'de olanları protesto etmek için sokağa çıkan insanların ölüm haberleri geliyor. Bu ölümlerin müsebbibi, temel görevi insanları korumak olan kolluk kuvvetleri ya da kolluk kuvvetlerince göz yumulan elinde sopa-pala ya da silah olan insanlar (Başbakan'ın deyimiyle evde zor tutulan %50) oluyor. Bizler, memlekete barış gelecek gibi safiyane bir beklenti içerisindeyken sokaklarda 90'lı yıllarda, doğuda meydana gelen faili meçhul cinayetleri aratmayan ölümler meydana geliyor.

Ethem Sarısülük (26), bir polis'in silahından çıkan kurşunla; Medeni Yıldırım (18), bir asker'in silahından çıkan kuşunla; Abdullah Cömert (22), kim olduğu bilinmeyen kişilerce kafasına aldığı darbelerle; Mehmet Ayvalıtaş (20), eylem'in içine dalan sivil bir aracın ezmesi sonucu ve Ali İsmail Korkmaz (19),  eylem dönüşü eli sopalı kişilerce öldürüldü.

Bu ölümler'le insanlara verdikleri acı yetmiyormuş gibi, bir de insanları salak yerine koyan açıklamalarla katiller aklanmaya çalışılıyor. Onlara göre: Ethem Sarısülük, polis'in eline isabet eden taşın silahı ateşe vermesi sonucu öldü; Abdullah Cömert, eceliyle öldü; Mehmet Ayvalıtaş, trafik kazası dolayısıyla öldü; Medeni Yıldırım, havaya ateş eden askerin silahının üstüne atladığı için öldü ve Ali İsmail Korkmaz, eylemci arkadaşları tarafından devleti karalamak amacıyla öldürüldü. Devlet'e göre çoğu birer kazaya kurban gitti ama bu olaylar şunu gösteriyor ki, bu ülkede aslında hepimiz kazara yaşıyoruz. 

Her ne kadar bu ülkenin kazara yaşayan diğer gençleri, evladı öldürülen annelere "anne üzülme, evlatların burada" diyerek destek oluyor olsalar da, hiçbir şey evladı öldürülen bir annenin acısını hafifletemez, hele ki evladının katilleri ellerini kollarını sallayarak geziyorlarsa.

"Analardır adam eden adamı, 
Aydınlıklardır önümüzde gider
Sizi de bir ana doğurmadı mı?
Analar'a kıymayın efendiler

Koşuyor altı yaşında bir oğlan,
Uçurtması geçiyor ağaçlardan,
Siz de böyle koşmuştunuz bir zaman
Çocuklara kıymayın efendiler"

Alıntı: Nazım Hikmet Ran





18 Haziran 2013 Salı

Vurarak-kırarak değil, durarak !


Gezi eylemleri ilk olarak birkaç genç tarafından başlatılmıştı. Bu gençler, parkın içine çadır kurup kitap okuyarak eylemlerini, barışçıl bir şekilde sürdürüyorlardı. Polis'in sabah ezanında parkı basıp gençleri darp etmesi ve çadırlarını yakması toplumda bir duyarlılık oluşturdu. Sonrasında ise bu direnişe destek olmak ve o gençleri yalnız bırakmamak için yüz binlerce insan Gezi Parkı'na akın etti. 

İnsanlar o parkı şenlik alanına dönüştürdüler, egemenler şaşırmışlardı, ne yapacaklarını bilemez halde bu topluluğu analiz etmeye başladılar. Bu eylemciler, herhangi bir partinin yandaşları değil, yirmili yaşlarında olan ve daha önce hiçbir eyleme katılmamış insanlardı; bir liderleri yoktu; protestoları, orantısız zeka-mizah ve ironi kokuyordu; uğruna mücadele ettikleri şey ise daha önce Türkiye siyasetinde yer bulamamış olan doğa sevgisiydi ve bu, demokratik-barışçıl eylemler toplumun çoğunluğu tarafından haklı bulunuyordu. Rüzgar'ı tersine çevirip bu eylemlerin seyrini değiştirmek için o grup, provake edilmeliydi. 

Çok geçmeden polis, eylemcilere karşı biber gazı-tazyikli su ve jop kullanarak onların da şiddete yönelmesini sağladı. Bazı eylemciler ya da provakatörler, kamu malına zarar verip polisle çatışma durumuna gelmişlerdi. Bu görüntüler televizyonlarda gösterildikten sonra "bunlar marjinaller, başta barışçıldı ama artık değil, biz de şiddet kullanmak istemezdik ama bizi mecbur bıraktılar" gibi kalıplarla uyguladıkları şiddeti meşrulaştırdılar. Halk, bu şiddete dayanamayarak başta Taksim Meydanı olmak üzere tüm alanları terketmek zorunda kaldı.

Dün akşam 20.30'da bir vatandaş, Taksim Meydanı'nda ayakta durarak tepkisini dile getirdi. Başta tek başınaydı, ilerleyen saatlerde yanında yüzlerce ve ülkenin çeşitli yerlerinde binlerce kişi aynı protestoyu gerçekleştirdi. Bu kez provake olmayacağız, bu kez sizin silahınızla sizinle savaşmayacağız, bu kez oyuna gelmeyeceğiz çünkü John Lennon'un ne demek istediğini artık daha iyi anlıyoruz.

"Olay şiddet kullanımına dönüşmeye başladığı zaman, sistemin oyununa geliyorsunuz demektir. Yerleşik düzen sizi, kavgaya sokmak için kızdırmaya çalışacak, sakalınızı kesecek, yüzünüze fiske atacaktır. Çünkü, siz bir kere şiddete başvurduktan sonra sizinle nasıl başa çıkacaklarını iyi bilirler. Nasıl başa çıkamayacaklarını bilmedikleri tek şey, şiddet dışı eylemler ve mizahtır"

Alıntı: John Lennon

18.06.2013






5 Haziran 2013 Çarşamba

Bir Çapulcunun Günlüğü




Dün, benim gibi çapulcu olan halkımla Ankara Kızılay Meydanındaydım,  ama öncesi de var tabi.  Evden çıkacağım zaman, annem beni göndermek istemedi. Eylemlerde polis şiddeti dolayısıyla ölenleri saydı, "ben seni yerde bulmadım oğlum" dedi, kendince haklıydı da. Sonunda ısrarlarıma dayanamayarak, yolumdan çekilmişti. Kapı ağzında, annemi haklı çıkarırcasına kendisine sarılarak helallik istedim, sanki demokratik bir eyleme değil de savaşa gidiyormuş gibi.

Eylem alanına vardığımda, annemle karkularımızın yersiz olduğunu düşündüm çünkü insanlar, davul-zurna eşliğinde halay çekiyorlardı, ben de müdahil oldum. Birbirini tanımadığı halde, birbirine bu kadar sıcak davranan bir topluluğu daha önce hiç görmemiştim. Orada Alevi-Sünni, Sağcı-Solcu ya da Türk-Kürt ayrımı yoktu, birbirimize tüm bu kimliklerin çok üstünde olan "çapulcu" kimliğiyle bağlanmıştık çünkü Başbakan, bizi öyle nitelendiriyordu. Bu İktidar döneminde ötelenen, ötekileştirilen kim varsa "çapulcu" kimliğiyle oradaydı.

Akşama kadar, piknik alanı gibi şen- şakrak olan, hiçbir olayın gerçekleşmediği bu alan polis'in girmesiyle gaz altında kaldı. Polis sağa sola gaz bombası atıyor, halkın üzerine TOMA'lar ile su sıkıyordu. İnsanlar, can havliyle kaçıştılar, mecburen ben de kaçtım. Annem bir kez daha haklı çıkmıştı. 

Halbuki, eylem alanında gördüğüm insanlar, İktidar'dan şiddet görmek değil, "özür dilerim, sizi de seviyorum, sizi anlıyorum, size saygı duyuyorum" gibi birkaç sevgi sözcüğü duymak istiyorlardı.

Yağan yağmurun etkisiyle iliklerime kadar ıslak halde eve geldiğimde, sesler duymaya başladım. Muhtemelen az evvel şiddete maruz kalarak alandan ayrılmak zorunda bırakılan insanlar, farklı bir protesto yolu geliştirmişlerdi ve bunu evlerinin balkonuna çıkıp tencere-tava ve ıslık çalarak yapıyorlardı. Tek başına hiçbir şey ifade etmeyen bir tencere sesi, tüm ülke tarafından çalınınca müthiş bir senfoni etkisi yaratıyordu. Üç-beş çapulcunun sesini kısan İktidar, ülke genelinde  çalan tencere-tava, ıslık ve yuhalamadan oluşan, çapulcuların senfonisini susturamıyordu, susturamazdı da.

Şiddetin çözüm olmadığını anlatmaya çalıştığımız bu yazımızı da  Gandhi'den bir alıntıyla bitirelim,  "Sevgi insanlığın, şiddet hayvanlığın kanunudur"


06.06.2013







3 Haziran 2013 Pazartesi

Bu İktidar Sosyoloji Bilmiyor




Halkın gösterdiği direnişi sürekli olarak Hükümet'in aldığı oy oranlarıyla karşılaştırarak küçümsemeye çalışanlar var. Hükümet, bu ülkenin %50 sinin oyunu almış olabilir ama şu bilinmelidir ki, oyunu alamadığı bir %50 daha var. Geriye kalan bu %50 bugüne kadar kendisine yapılan her türlü haksızlığı sineye çekti ama Gezi Parkı'nda yaşanan olaylar bardağı taşıran son damla oldu. Sonuç olarak,Türkiye'nin gelmiş geçmiş en apolitik gençliği sokağa döküldü. 

Dış basın, Türkiye'nin kuruluşundan bu yana bu kadar kalabalık bir kitlesel eyleme sahiplik etmediğini söylerken; Başbakan, bu kitleyi "üç-beş çapulcu olarak" nitelendiriyor ve Başkent'in AKP'li Belediye Başkanı Melih Gökçek, muhalif bir takipçisine "vallahi sizi bir kaşık suda boğarız" diyordu .Şüphesiz ki Başbakan'a ve Melih Gökçek'e bu cesareti, referandumda aldıkları %58 oranındaki evet ve son genel seçimlerde aldıkları %50 oranındaki oy potansiyeli veriyordu.

Peki, Başbakan'ın üç beş çapulcu olarak nitelediği bu insanlar neden sokaklara dökülmüşlerdi ?  
Adam yerine konmak istedikleri için; fikirlerinin önemsenmesini istedikleri için; tek adamın dayatmasını istemedikleri için; hayat tarzlarına müdahale edilmesini istemedikleri için; geçmişte şiir dolayısıyla tutuklanmış bir insanın Başbakanlık yaptığı bir ülkede, şiir yüzünden yargılanan sanatçılar ( Fazıl Say) istemedikleri için; İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı iken 3.köprünün ağaçlar açısından katliam olacağını söyleyen bir insanın, Başbakanken 3.köprünün temelini atmasını anlayamadıkları için; geçmişte mazlum olduğunu söyleyen bir insanın, iktidara geldiği anda zalimleşmesini anlayamadıkları için sokaklara dökülmüşlerdi.

Karşımızda geçmişte yaşadıklarından ders almayan ve geçmişte yaşadıklarının rövanşını almaya çalışan bir iktidar var. Sokakta isyan eden kitleyi gördüğünde "bakın benim de evinde oturan bir %50'im var" diyen; "Reyhanlı'da-Uludere'de yanlış yaptın" dendiğinde, "araştırma yaptırdım halkım hala beni destekliyor" gibi bir cümle sarfedebilen bu iktidar sosyoloji nedir bilmiyor. Yaptığı her yanlışa karşı aldığı oy oranlarını işaret etmesi bundandır. Lutfedip, Sosyolog Kadir Cangızbay'ın bir yazısını okumuş
 olsalardı bu yanılgıya düşmezlerdi.


Ne diyordu Kadir Cangızbay, "Çoğunluk eğlence merkezlerine,kumarhanelere- kahvehanelere gidiyorsa ve kimse kütüphanelere-kitapçılara gitmiyorsa burdan kumarhanelerin iyi, kitapçıların kötü olduğunu mu anlayacağız? "




                                                                  mütecessis seyyah (KapkaraMizah) on Twitter

                                                                  04.06.2013

                                                                  






30 Mayıs 2013 Perşembe

Avatar, Gezi Parkı ve Annem





Gezi Parkı'nda on binlerce insan kolluk kuvvetleri, kepçeler ve kapitalizm'e karşı ağaçları koruyor. Ağacı kestirmemek için ağacın üstüne çıkan da var, kepçenin önüne atlayan da. Bu manzarayı görünce duygulanmak bir yana, bu duyarlılığa sahip insanlarla aynı topraklar üzerinde yaşıyor olmanın verdiği tarifi imkansız bir gururu da duyuyor insan.

Bu manzara bana, James Cameron'un Avatar filmini hatırlattı. Orada yaşayan canlılar, gezegenlerini sömürmeye gelen insanlara uzun zaman göz yumuyorlar. İnsanlar uzun süre o gezegende buldukları maden'i  dünya'ya taşıyor ve bundan faydalanıyorlar. Bir süre sonra aldıklarıyla yetinmeyerek daha fazlası için araştırma yapıyor ve maden'in kaynağını bulmaya çalışıyorlar. Sonunda amaçlarına ulaşıyor ve aradıkları maden'in kaynağı olarak orada yaşayan canlıların kutsal olarak gördükleri ve tapındıkları ağacı buluyorlar. O ağacı yıkıp oradaki kaynağa ulaşmak istediklerinde bir avuç yamyam olarak gördükleri o canlılar, kendilerine sunulan doğanın diğer mucizelerini de kullanarak o sömürgecilere karşı savaşıyorlar. Bir avuç insanımsı canlının inancı, sömürgecileri ve son teknojiyle donatılmış savaş uçaklarını yok ediyor.

Mevcut İktidar'ın gözünü para bürümüş, Karadeniz'de HES projesi adı altında dereleri kurutmaktan,  Boğaz'a üçüncü köprüyü yapmak için iki milyona yakın ağacı kesmekten ve Taksim'de insanların nefes aldığı küçücük bir parkın içindeki ağaçları AVM yapmak için yok etmekten çekinmiyor. Doğanın bize bahşettiği bu mucizeleri ekonomik büyüme adına sömürmekten vazgeçmiyor.

Küçükken bahçemizde vişne ağacı vardı, ne zaman onları yemek istesem ağaca çıkar ve bir dalı kırardım. Kırdığım dalı elime alıp yolda yürüyerek vişneleri yerdim. Bir gün anneme yakalandım, bu yaptığım için bana çok kızarak o ağaçların da canının olduğunu ve dinimizde bir ağacı yok etmekle bir insanı öldürmek arasında bir fark olmadığını anlattı. Daha sonra okulda, bitkilerin yaptığı fotosentez ile karbondioksit'i oksijen'e dönüştürerek insanlığa ne büyük hizmet ettiklerini öğrendiğimde annemi daha iyi anlayacaktım. 


Bu İktidar, insanların yaşam tarzına müdahale etti sustuk, kamu kurumlarını tek tek sattı sustuk, zenginden alamadığı vergileri emekçilerden aldı sustuk, ananı da al git dedi sustuk, hadi bir takla at da görelim dedi yine sustuk ama ağaçlarımızı, Avatar'daki yerlilerin kutsal ağaçlarını korudukları gibi koruyacağız çünkü bir canlı türü olan ağaçların yaşam hakkı'nı korumak kutsalımızdır, kutsalımıza dokundurtmayacağız, susmayacağız...


mütecessis seyyah (KapkaraMizah) on Twitter

31.05.2013


23 Mayıs 2013 Perşembe

Survivor ve Kapitalizm




Televizyon'da halkımızın ilgiyle takip ettiği Survivor adında bir yarışma var. Survivor'ın anlamı (hayatta kalan kişi) ve  o yarışmada gördüklerim  bu yazıyı yazmama vesile oldu.  

Program'da, yarışmacılar iki grup olarak yarışıyorlar. Yarışmayı kazanan grup, ödül olarak yemek kazanıyor kaybeden ise hindistan cevizi, balık ve muz ile adadaki hayatını idame ettirmek zorunda kalıyor. Yarışmanın sonunda bir şampiyon belirleniyor ve para ödülünün tümü ona veriliyor. O güne kadar aç kalan, dişini tırnağına takarak yarışan ve aylarca ailesinden uzakta kalan diğer yarışmacılar ise ellerinde koca bir hiç ile yarışmadan ayrılıyorlar.

Bu yarışmanın görünen kazananı her ne kadar şampiyon olan kişi olarak gözükse de arka planda yarışmayı düzenleyen kişi ve bu programı yayınlayan kanal çok daha fazlasını kazanıyor.

Kapitalizm'de aynı Survivor'daki gibi çalışır, hatta Survivor'ı kurgulayan ekibin Kapitalizm'in çalışma şeklini çok iyi bilerek bu yarışmayı düzenlediği de söylenebilir. 

Kapitalizm'de insanlar, bir gün zengin olma umuduyla yarı aç yarı tok şekilde çalışırlar tıpkı Survivor'da bir gün şampiyon olma umuduyla yarı aç yarı tok yarışan yarışmacılar gibi.

Kapitalizm'de herkes kendi çıkarı peşinde koştuğu için ahlaki değerler çok zayıflamıştır tıpkı Survivor'da yarışmacıların en yakın arkadaşı olarak gösterdiği kişiyi kendisine rakip görmesi durumunda diğer yarışmacılarla arasını bozarak adadan göndermeye çalışması gibi.

Kapitalizm'de kaynaklar kıt olduğu için birinin zenginliği diğerinin fakirliğine bağlıdır tıpkı Survivor'da bir takım tokken diğerinin açlıktan kıvranması gibi.

Kapitalizm'de işçiler çalışır ama patron kazanır tıpkı Survivor'da yarışmacıların şampiyon olma umuduyla aylarca aç kalması ve yarışmanın sonunda hiç aç kalmayan Acun Ilıcalının büyük paralar kazanması gibi.


Kapitalizm insan'ı üretim süreci içerisinde eriterek robotlaştıran bir sistemdir tıpkı Survivor'ın memleket ve dünya meselelerini (Uludere,Reyhanlı,Suriye, Afrika'da açlıktan ölen çocukar...) unutturup bir yarışma programında gerçekleşen sahta sevinçler ve sahte hüzünlerle insanları oyalaması gibi.

En büyük Survivor, Afrika'da yaşam mücadelesi veren bir çocuktur. Bunu unutmamanız dileğiyle bu yazıyı Ken Livingstone'den bir alıntıyla bitirelim.

" Büyük dünya kapitalizmi her gün Hitler'in öldürdüğünden daha fazla insan öldürür"



                                                                      mütecessis seyyah (KapkaraMizah) on Twitter
                                                                      25.05.2013










11 Mayıs 2013 Cumartesi

Türkiye'de Anne Olmak




Türkiye'de anne olmak:

Yıllar önce faili meçhul cinayetlere kurban giden çocuğunun kemiklerinin bulunması için Galatasaray Lisesi önünde eylem yapmaktır.

Uludere'de kaçakçılık yaptığı gerekçesiyle katledilen çocuğunun cesedini katır sırtında taşımaktır.

Henüz çocuk sayılabilecek bir yaşta kirli bir savaşa kurban giden evladının ardından "vatan sağolsun" demektir.

On üç yaşındaki çocuğunun kolluk kuvvetleri tarafından, on üç kurşun ile gözlerinin önünde öldürülmesidir.

"Bana makarna yapar mısın anne? " diyen Ceylan Önkol'un makarnasını yiyemeden uçaksavar mermisiyle parçalanmasıdır.

Yaşıtları okuldayken, bir annenin fabrikada çalışan oğlunun pres makinasına sıkışan bedenini toprağa vermek zorunda kalmasıdır.

Samsunda, iki buçuk aylık Kübra bebeğin besin yetersizliği nedeniyle annesinin kucağında açlıktan ölmesidir.

Evladı daha fazla yemek yiyebilsin diye bir annenin "ben doydum yavrum,benim payımı da sen ye" diyerek aç kalmasıdır.

Yıllarca saçını süpürge ettiğin, evlat verdiğin erkeğinin seni paramparça ederek öldürmesidir.

Reyhanlı'da, ekmek almaya gönderdiğin çocuğunun bir daha geri dönememesidir.

"Anamızı ağlattınız sayın Başbakanım" dendiğinde "Ananı da al git" denmesidir.

Toplumda "cennet annelerin ayağı altındadır" gibi genel bir kanı yaygınken, ülke genelinde annelerin ayaklar altına alınmasıdır...

Tüm dünyada coşkuyla kutlanan ve mutluluklara vesile olan Anneler günü'nü yukarda saydığım sebeplerden ötürü kendi Anne'lerine eziyete çeviren Türkiyem, senin de Anneler günün kutlu olsun...


                                                                 mütecessis seyyah (KapkaraMizah) on Twitter

                                                                 12.05.2013









7 Mayıs 2013 Salı

Ölüme terk edilen hasta tutsaklar



İHD'nin Hasta Mahpuslar Listesi'ne göre şu an içeride 121 hasta tutsak var ve çoğu kanser hastası. Düne kadar bu sayı 122'idi, İrfan Eskibağ Sincan F tipi hapishanesinde yatan bağırsak kanseri bir hükümlüydü, dün sabah hayatını yitirdi. Bu durum her geçen saatin hasta tutukluların hayatı açısından ne kadar önemli olduğunu anlatmaya yetiyor.

Bu hasta tutuklular listesine baktığımda Fatih Hilmioğlu, Avni Uçar ve Fikret Bayram isimleri dikkatimi çekti. Fatih Hilmioğlu, İnönü Üniversitesi Eski Rektörü ve Ergenekon'dan yargılanıyor. Avni Uçar eski bir PKK mensubu ve Fikret Bayram ise Hizbullah üyesi. Sosyal medyada her üçü için de ayrı ayrı kampanyalar yürütülüyor. Fatih Hilmioğlu'na "Laik Kesim", Avni Uçar'a "Kürt Muhalefeti" ve Fikret Bayram'a da "Radikal İslamcılar" sahip çıkıyor. Bir kesimin bir diğer kesimin hastasına sahip çıktığını bu güne kadar görmedim. Halbuki üçünün de ayrılıklarından daha fazla, tek ortak noktaları olan hasta tutuklu olmaları vurgulanmalı ve kampanyalar bu şekilde yürütülmeliydi.

Fatih Hilmioğlu, şiroz ve böbrek yetmezliği çekiyor. Avni Uçar'ın bir böbreği kanserden dolayı alındı, diğer böbreği de alınmak üzere ve son olarak mesanesinde de kanser olduğu tespit edildi. Fikret Bayram 19 yıldır felçli ve bakıma muhtaç bir şekilde hapishanede yaşamaya çalışıyor.

3. Yargı Paketi ile hasta tutsakların aileleri ve bu konuyu yakından takip eden İHD büyük beklentiler içerisine girdi fakat kanunlar uygulanmadığı için halen içeride yüzlerce tutsak ölümü bekliyor.  Adalet Bakanlığı, ağır hasta olan tutukluları bir an önce serbest bırakmalı ve diğer tutukluların da şartlarını iyileştirmelidir. Adalet Bakanlığı mevcut hastalarını serbest bırakmadığı gibi sağlıklı olanları da sağladığı kötü koşullar sebebiyle hasta etmekten alıkoyamıyor. Cezaevine sağlıklı girdiği halde geçtiğimiz günlerde kansere yakalanan Mete Diş bunun en iyi örneğidir.

Türkiye Cumhuriyeti'nde resmi olarak idam cezası olmasa da gayrı resmi yollarla bu ceza uygulanmaktadır. Ağır hasta olduğu halde ölüme terkedilen yüzlerce siyasi tutuklunun durumu başka türlü açıklanamaz. 

Bu yazıda saydığım ya da sayamadığım hasta tutukluların suçu Türkiye'de hiçbir vicdanlı vatandaşın ilgi alanına girmez çünkü onlar için bu tutukluların hasta olmaları suçlu olmalarından daha önemlidir...

Bu yazıyı Mohandas Karamçand Gandhi'den bir alıntıyla bitirelim,
"Vicdan'ın sesi bütün kanunların üstündedir"

NOT: Hasta tutukluların serbest bırakılması için bir imza da siz atmak isterseniz,
http://imza.la/hasta-tutuklulara-ozgu


                                                                 mütecessis seyyah (KapkaraMizah) on Twitter

                                                                 08.05.2013






30 Nisan 2013 Salı

Devlet İçinde Devlet ve Kanlı 1 Mayıs



Türkiye'de devlet içinde devlet,yani derin devlet kavramını ilk olarak Bülent Ecevit 1974 yılında Giresun'da yaptığı bir konuşmada dile getirmiştir.Daha öncesinde de böyle bir yapılanmanın olduğu her ne kadar biliniyor olsa da,ilk defa bir devlet adamı tarafından dile getirilmiştir.

Derin devlet,Anayasa'da belirlenmiş devlet dışında oluşturulan devlet yapısını ifade eden bir kavramdır.Son yıllarda bu kavramı Ergenekon ve Kck davalarında sık sık duyar olduk. Savcılar Ergenekon adında bir yapılanmanın olduğunu ve bu yapılanmanın devlet adına karar alıp uyguladığını iddia ederek yüzlerce devlet görevlisi,akademisyen ve askeri yargılamıştır.
Kck'da ise savcılar,devletten bağımsız olarak vergi alan,yargılayan ve gerektiğinde cezalandıran paralel bir devlet yapılanmasını işaret ederek yüzlerce Barış ve Demokrasi Partisi üyesi,belediye başkanı ve seçmenini yargılamıştır.

Diğer yandan Gülen Cemaati'nin devlete sızma olarak bilinen faaliyetleri herkesin malumudur.
Daha öncesinde ağır ağır ilerleyen bu sızma,Akp'nin başa geçmesiyle daha da hızlanmıştır.
25 Nisan'da Murat Karayılan,Milliyet Gazetesi'nden Aslı Aydıntaşbaş'a yaptığı açıklamada kendilerinde cemaate ait belgelerin bulunduğunu ve bu belgelere göre cemaatin her ilde devleti yöneten-yönlendiren komitelerinin bulunduğunu,istediği zaman istediği kişi ya da kurumu hukuk'a havale edebildiğini ve Oslo görüşmelerini basına sızdıranın da cemaat olduğunu söylemiştir.

Tarihe "kanlı 1 mayıs" olarak geçen 1977 yılı Taksim Meydanı saldırısı 34 kişinin ölümüne 136 kişinin ise yaralanmasına sebep olmuştu.Daha sonraki gelişmeler,o saldırının hükümeti zayıflatıp darbe zemini hazırlamak için o günün derin devleti tarafından yapıldığını gösteriyor.

1977'de derin devlet nasıl ki iktidarı zayıflatmak için kanlı 1 mayıs'a sebep olmuşsa,bugün farklı bir yöntem kullanan yeni derin devlet (cemaat) ise Oslo görüşmelerini sızdırıp kanın akmaya devam etmesini sağlayarak hükümet içindeki milliyetçi kanadı yanına çekmeyi amaçlıyor.

Sanıldığı gibi Akp'yi iktidara taşıyan cemaat değil,Akp'nin statüko karşıtı tutumu ve devlet içindeki derin güçlere karşı söylemiydi fakat söz konusu Ergenekon ve Kck olduğunda suçsuz insanları bile içeri alacak kadar gözü dönen hükümet, sıra cemaat'e geldiğinde susmayı tercih ediyor.

Murat Karayılan'ın açıklamaları,devlet kurumlarında her geçen gün gücünü hissettiren ve bazen Başbakan'a bile meydan okuyan açıklamalarda bulunan cemaat'in devlete sızma basamağını geçip devleti çoktan ele geçirdiği kanısını yaygınlaştırmaktadır.Bu ülkenin %99'u Müslümandır ama cemaat'çi değildir.Bir ülkenin kaderini tayin ancak ve ancak o ülkenin vatandaşlarının seçtiği bir İktidar'ın görevidir,gücünü nereden aldığı belli olmayan azınlık bir grubun değil...

Hükümet'in yıllardır koruduğu ve devlete sızmasına göz yumduğu cemaat'in bugün,hükümet ve devlete alternatif oluşturabilecek bir yapılanmaya gitmesi aklıma Ruhi Su'nun Irmak şiirini getirdi, bu yazıyı o şiirden bir alıntıyla bitirelim.

"Ağaç demiş ki baltaya,sen beni kesemezdin ama ne yapayım ki sapın benden.
 Bak şu ağacın bilincine sen,ölen ben öldüren yine benden"

                                   

                                                                       mütecessis seyyah (KapkaraMizah) on Twitter

                                                                       01.05.2013










16 Nisan 2013 Salı

Bir Kızılderili Hikayesi


Başbakan Erdoğan,1997 yılında Belediye Başkanı iken Ziya Gökalp'e ait bir şiir okumuştu.O gün gücü elinde bulunduran laik kesim Tayyip Erdoğan'ın okuduğu dini içerikli bu şiirden rahatsız olmuş ve Erdoğan'ı,on ay hapse mahkum etmişti.

Dünyaca tanınan piyanist Fazıl Say ise 2013 yılında Ömer Hayyam'a ait dini değerleri sorgulayan bir şiiri profilinde paylaştı.Bugün gücü elinde bulunduran muhafazakar kesim,Fazıl Say'ın profilinde paylaştığı bu şiirden rahatsız oldu ve Say, on ay hapis cezasına çarptırıldı.

Aradan on altı yıl geçmesine rağmen aslında Türkiye'de hiçbir şey değişmemiş. Şiir'e karşı olan antipati ülke genelinde gücünü koruduğu gibi halen insanlar okudukları,yazdıkları ya da paylaştıkları şiirler yüzünden hapis cezasına mahkum edilebiliyorlar.Üstelik okuduğu şiir yüzünden on ay hapis yatmış bir insanın Başbakan olduğu bir ülkede oluyor bütün bunlar. Başbakan'a, Say'a verilen ceza ile ilgili fikri sorulduğunda "onlarla bizi meşgul etmeyin" diyor.Aslında bu durumda Fazıl Say'ı en iyi anlaması gereken kişi kendisiyken Sn.Başbakan bırakın anlamayı,bu durumu kanuşmaya bile değer bulmuyor.


28 Şubat döneminde muhafazakar kesim çok fazla acı çekmişti.Refah-Yol hükümeti irtica tehlikesiyle düşürülmeye çalışılmış,sincanda tanklar yürütülmüş ,üniversitelerden binlerce öğrenci atılmış ve Türkiye'nin en büyük metropolünün belediye başkanı,okuduğu bir dörtlük yüzünden hapis cezasına mahkum edilmişti.O gün kısa süre için de olsa muhafazakar kesime bu zülmü yapanlar amacına ulaşmış gibi gözükmüştü fakat aradan dört sene geçmeden Türkiye halkı mazlum olan zalimlik yapmaz diyerek muhafazakar kesimi İktidar'a taşımıştı.

Ama,mazlum olan zalimlik yapmaz denerek başa getirilen muhafazakar kesim 28 Şubat döneminde kendisine yapılan ne varsa aynısını bugün laik kesime yapmaktadır.O gün muhafazakar kesim Devlet Güvenlik Mahkemelerinde yargılanıyordu,bugün ise laik kesim Özel Yetkili Mahkemelerde yargılanıyor.O gün muhafazakar kesim okuğu şiirden dolayı yargılanıyordu,bugün ise laik kesim prpfilinde paylaştığı şiirden dolayı yargılanıyor.O gün muhafazakar kesim Pınarbaşı Cezaevi'nin yolunu gözlüyordu,bugün ise laik kesim Silivri Cezaevinin yolunu gözlüyor...Bu liste böyle uzayıp gider.

Muhafazakar kesim 28 Şubat döneminde mazlumdu ama bu,muhafazakar kesimin bugün zalim olduğu gerçeğini aklayamaz.


Kızılderili'ler yukarıda anlattığım hikayeyi yüzyıllar önce söyledikleri bir söz ile özetlerler:

"Sular çekildiği zaman karıncalar balıkları yer,sular yükseldiği zaman ise balıklar karıncaları. Kimin kimi yiyeceğine su karar verir"

Biz sular çekildiği zaman da,sular yükseldiği zaman da mazlumların yanında olacağız.
Darısı sular yükselince balıklardan ,sular çekilince karıncalardan yana olanlara...



                                                                 mütecessis seyyah (KapkaraMizah) on Twitter
                                                                 17.04.2013