Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

15 Mart 2013 Cuma

Ne İçin Ölüyor Bu Çocuklar...





Ülkemizde yaklaşık otuz yıldır kanayan bir yara var ve bu yaraya tuzu da yine kendimiz 

basıyoruz,canımızı daha da acıtacak ve yarayı daha da derinleştirecek söylemlerde bulunuyoruz. 

Henüz hayatının baharında olan gençlerimizin aklını bulandırıyoruz,ki bu gençler de genellikle 

yoksul halkımızın çocukları oluyor.Daha oyun yaşında sayılabilecek evlatlarımıza şehit 

olacaklarından bahsederek  inançlarıyla oynuyor, gözlerini kırpmadan ölüme gitmelerine sebep 

oluyoruz.Halbuki bir müslüman'ın bir müslümanla savaşınca şehit olamayacağı bilgisine islamcı 

kesimin dini bilmemekle suçladığı "ateistler" bile vakıftır.




Ölen gençler'in ardından bir tarafta "şehitler ölmez",diğer tarafta ise "şehid namırın" sloganları 

atılırken eş zamanlı olarak bütün televizyonlarda  timsah gözyaş'lı tv imamları tarafından 


cennet'te akan nehirlerden,hurilerden ve sonsuz nimetlerden bahsedilerek cennet tasvir 


ediliyor.Şehitlerin günahkar olsa dahi sorgusuz-sualsiz Cennet'e alınacakları vurgusu da eksik 


edilmiyor.Hayatı boyunca deniz yüzü görmeyenlere kevser ırmağı,bir genç kızın özlemini 


çekenlere huri (hem de yedi tane) ve ömrünün yarısını aç yarısını tok geçirenlere ise sonsuz nimet 


vaad ediliyor.Gün yüzü görmemiş bu çocuklara,bu dünyada veremedikleri ne varsa hepsine şehit 


olacakları zaman sahip olacakları söylenerek ölüm,onlar için cazip hale getiriliyor.



 Bütün bunları gördükçe aklıma Wlademir Bartol'un ölümsüz eseri Alamut Kalesi geliyor.Alamut  

kalesi dünyanın ilk teröristi sayılan Hasan Sabbah'ın hikayesini anlatır.Hasan Sabbah 

peygamber olduğunu ve istediği insanı bir geceliğine Cennete göndermek gibi bir mucizeyi 

gerçekleştirebildiğini iddia eder.Öncesinde Alamut Kalesi'nin arka bahçesini Kuran'da tasvir 

edildiği şekilde düzenler ve sahte bir Cennet yaratır.Her gece bir müridine haşhaş yedirip 

bilincini kaybettirdikten sonra onları arka bahçeye taşıtır,uyandıklarında kendilerini sahte 

Cennette bulan müritler orada belli bir süre geçirirler ve aynı şekilde bilinç kaybına uğratılarak 

tekrar Hasan Sabbah'ın yanına taşınırlar.Bundan sonraki bütün hayatlarını Cennet'te geçirmeyi 

amaç edinen bu müritler kendilerini Hasan Sabbah'a koşulsuz teslim ederek fedai  olurlar.

Selçuklu kışlasına girip Nizam'ül Mülk'ü öldürecek kadar gözü kara olan bu fedailer  ölüm 

makinası gibidirler zira öldükten sonra Cennet'te sonsuz bir hayat süreceklerine inanırlar.Sadece 

biri haşhaş'ı yemiş gibi yapıp yemediği ve Cennet'in aslında bir palavradan ibaret olduğunu 

anladığı için fedai olmayı reddetmiştir.

Bu günlerde gerçekleşen barış görüşmeleri daha  önce de olmuştu.Gerek örgüt'ün gerekse 

devlet'in içindeki gizli güçler'in müdahalesiyle başarısızlıkla sonuçlanmıştı.Bu kirli savaşın 

bitmesini ne devlet ne de örgüt ister,zira örgüt varlığının garantisi olan silahı bırakmayacağı gibi 

devlet de bu çatışma üzerinden artan milliyetçiliğin getirisinden vazgeçmez.Bu yüzden her iki 

taraf da kısa zaman sonra evlatlarımızın beynini Hasan Sabbah gibi olmasa bile başka şekillerde 

uyuşturarak bir kirli savaş için kendilerine ölüm makinaları sağlamaya devam edeceklerdir.

Hasan Sabbah  bu konuda Devlet ve Örgüt'ten daha masum sayılabilir çünkü sahte bile olsa 

müritlerine bir gecelik Cennet keyfini yaşatıyor.




Özetle bu topraklara barış,ancak her iki taraftan da gençler ölmeyi ve öldürmeyi reddettikleri 

zaman gelecek.Bunun için öncelikle ölümü kutsallaştırmaktan vazgeçmeliyiz belki o zaman bu 

ülkenin gençleri Hasan Sabbah'ın o müridi gibi birilerinin fedaisi-muhafız'ı olmayı kabul etmez,

savaş tankları ve silahların önünde resimde görüldüğü gibi durarak yurtta ve dünyada kalıcı 

barış'ı tesis ederler.

Son olarak Yılmaz Odabaşı der ki:



"Ve andolsun ki hiçbir kurşun, hiçbir çelik, hiçbir toprak ve hiçbir vatan daha kutsal değildir insandan! "


                                                                         Mütecessis Seyyah (KapkaraMizah) on Twitter *


                                                                          15.03.2013
                                                                








4 Mart 2013 Pazartesi

Düğümlere Üfleyen Kadınlar,Arap Bahar'ı ve Türkiye



Ortadoğu'da Arap Baharı denen bir süreç gelişti ve bizler bunu medya'nın bize yansıttığı kadarıyla

gözlemledik.Aramızda gösterilen'in gerçekleşenden farklı olduğunu düşünen külyutmazlar da vardı

ve  Ece Temelkuran da bunlardan biriydi.Gazetecilik mesleğinin de gereği olarak olanları yerinde 

gözlemlemek için Ortadoğu'ya gitti,gözlemledi.Sıra olanları anlatmaya gelmişti ama kitap okuma

oranlarının yerlerde süründüğü bir ülkede yaşıyordu,olanları yine kitap yoluyla fakat eğlenceli bir

çeşidi olan roman ile anlatmayı tercih etti.Aslında televizyon dizisiyle ifadesi,dizi müptelası halkımıza 

durumun daha kolay anlatılmasını sağlayabilirdi ama Ece Temelkuran nihayetinde senarist değil

yazardı ve Türkiye'deki koşullar göz önüne alındığında çalıştığı gazeteden ayrılmak zorunda bırakılan

birinin senaristliğini yaptığı bir diziyi yayınlamak her kanal sahibinin göze alabileceği bir şey değildi.

Bütün bunların "Düğümlere Üfleyen Kadınlar" roman'ının okuyucuyla buluşmasına vesile  olduğunu 

düşünüyorum.



"Kolonyalizm ne acayip şey diye düşünüyordum kruvasana bakıp bakıp.Çölün ortasında niye

kruvasan yiyiyoruz ki biz? Bu insanların kendi emekleri vardı herhalde Fransız sömürgecilerden

önce.Ekmeklerini nasıl unuttular? Ne zaman? Ekmeklerini unutanlar tanrılarını da unutur mu bir

parça? Ekmeğin tanrının kırıntısı olduğunu göz önüne alınırsa..." *** 


Ece Temelkuran'ın bu cümledeki sarsıcı tespiti aslında bütün olanları açıklamaya yetiyor.Arap

Baharı'nın bütün gizemi sömürgeciliğin farklı bir versiyonunun uygulanıyor olmasındaydı.Geçmişte

kruvasanı bu topraklara benimseten güç bugün 2008 yılında kriz'e giren sistemini canlandırmak için 

Ortadoğu'da bir savaş'a ihtiyaç duyuyordu ve bunu kendi elleriyle yapmak yerine suya sabuna

dokunmadan Ortadoğu'daki ülkelerin mevcut dinamikleriyle yapmayı öngörüyordu çünkü Abd 2003

yılında "demokrasi" götürdüğü Irak'tan halen çıkamamıştı.Arap Bahar'ının estiği ülkelerde diktatör

olduğu söylenen liderler'in karşılarına dış güçler tarafından desteklenen muhalif ordular çıkarıldı  ve

Abd'nin Irak'ta gerçekleştirdiği yıkımı bu ordular bu rüzgar'ın estiği ülkelerde gerçekleştirdiler ve bu 

durum halen Suriye'de sürdürülüyor.


Arap Bahar'ı son bulduğunda diktatör piyonlar yerini demokrat piyonlara bırakmış olacak ve savaş

dolayısıyla yerle bir edilen bir bölge,emperyalist ülkeler'in çok uluslu şirketleri tarafından yeniden

inşa edilecek, böylece 2008'de gerçekleşen küresel kriz'in etkileri azaltılarak söz konusu ülkeler'in

petrolden elde ettiği döviz, emperyalist ülkelere  aktarılacak.


Bu bağlamda Türkiye'nin son zamanlarda Suriye'nin iç işlerine müdalale etmesindeki amacı sürecin

sonunda yaratılan milyarlarca dolarlık pastadan pay almak istemesi olarak yorumlanabilir.


Arap Bahar'ı denen süreç bir taşla birden fazla kuşun vurulması sürecidir.Üstelik bu kuşlar'ın kendi

kendilerini vurduğunu göz önüne alırsak çok maliyetsiz ve karlı bir sürecin gerçekleştiğini  

söyleyebiliriz.


Belki de Arap Baharı'nın tek iyi tarafı, Arap Halk'ının isyan ve itiraz etmeyi öğrenmiş olmasıdır...
                                                                                     
                                                                         
                                                                             Mütecessis Seyyah (KapkaraMizah) on Twitter
                                                                                        

                                                                            04.02.2013   




Alıntı : ***Düğümlere Üfleyen Kadınlar (sy 103)