Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

3 Eylül 2015 Perşembe

KENARI EGE’DE BİR ÇOCUK CESEDİ KIYIYA VURSA KİMDEN SORARLAR ONU ?




Dün Bodrum’da bir çocuk cesedi kıyıya vurdu, henüz üç yaşındaydı. Bugüne kadar ölen binlerce mülteciden sadece biriydi. Avrupa Sınır Dairesi (Forentex)  2014 yılında 207 bin göçmenin deniz yoluyla Avrupa kıyılarına ulaşmaya çalıştığını, buna karşın sadece 182.156 göçmenin kıyılara ulaşmayı başarabildiğini belirtiyor. Bu yolculuk esnasında ölenlerin sayısı ise 3.419.[1] Maalesef bu resmi kaynakların saptayabildiği bir sayı ve sadece 2014 yılını içeriyor; gayrı resmi kaynaklara göre ise bu sayı belirtilenin çok üstünde.

Hepimizin yüreğini yakan fotoğraftaki o çocuğun adı Aylan Kürdi, soyadından da anlaşılacağı üzere Kürt ve Kobani’li bir çocuk. O faciada hayatta kalan baba Kürdi, iki çocuğunu ve eşini Kobani’de defnetmek istediğini söylüyor. [2] “Düştü düşecek” Kobani düşmüyor ama Kobani’ye düşen canlara yenileri eklenmeye devam ediyor.

Tayyip Erdoğan, kıyıya vuran çocuk cesedi için “ o fotoğrafı görünce yıkıldım, ben doğrusu tüm batı dünyasını bu konuda suçlu buluyorum” demiş[3]. Daha önce, Hz Ömer’in “Kenarı Dicle’de bir Kurt, bir kuzu kapsa Ömer’den sorarlar onu” cümlesini hatırlatarak “Dicle’nin kenarında kurdun kaptığı bir koyun bile benim mesuliyetim altındadır” demişti[4]. Bugün ise bu olanlarda hiçbir suçu yokmuş gibi bütün suçu batının üzerine atıyor. 

“Cuma namazımızı Şam’da Emevi Camii’nde kılacağız”[5] cümlesini kurup Suriye’deki yangına körükle batı mı gitti? Yoksa, Mit tırları ile daha sonra tamamı İşid’in eline geçen silahları Suriye’deki radikal örgütlere batı mı gönderdi[6]?  Ya da, “İki aydır, Akçakale sınır kapısında İşid’e silah yapımında kullanılan malzemeler gönderiliyor”[7] haberini yapan gazeteye ve o medya grubuna batı mı el koymaya çalışıyor. Bunlar, görünce yıkıldığını söylediğin ve bütün suçu batı’nın üzerine attığın o fotoğrafa senin yaptığın katkıların bazıları. Tamamını yazmaya ne bizim kalemimiz yeter, ne de bu sayfa tamamını alır.

Batı’nın hiç mi kabahati yok? Elbette var o başka bir yazının konusu ama Nazım Hikmet’in de dediği gibi “demeğe de dilim varmıyor ama kabahatin çoğu senin canım kardeşim”[8]


































15 Eylül 2014 Pazartesi

Ölüm Allah'ın emri de şu ayrılık olmasaydı...


Türkiye'de kadın cinayetleri her gün gittikçe artıyor, kadın cinayetleri gündelik hayatımızda o kadar sıradanlaştı ki artık çoğu cinayet haber bile olamıyor. Bunun son örneği Hatice Kaçmaz, Cumartesi günü Ankara'da sokak ortasında kalbinden altı defa bıçaklanmak suretiyle bir erkek tarafından öldürüldü. 

Bu ülkenin başkentinde işlenen bir kadın cinayeti bile medyada kendine yer bulamıyorsa bu ülkenin kuş uçmaz kervan göçmez bölgelerinde işlenen cinayetleri ve kadınları uygulanan şiddeti varın siz düşünün. Hatice Kaçmaz, bir yakınımın arkadaşı olduğu için bu cinayetten haberdar olabildim. Bunun üzerine kısa bir araştırma yaptım ve gördüm ki, bu vahim olay yerel gazete ve kanallarda bile kendisine yer bulamamış.

Hatice Kaçmaz 29 yaşındaydı, iki sene önce bir trafik kazasında eşini kaybetmişti, üç buçuk yaşında bir kızı vardı. Kızına hem annelik hem de babalık yapan bu saygıdeğer insan, ekmek parasını müzikten kazanıyordu. TRT'de ve çeşitli organizasyonlarda o güzel sesiyle türküler söylüyordu, albüm yapmak en büyük hayallerinden biriydi. 

Karşısına, kendisine aşık olduğunu iddia eden Orhan.M adında biri çıktı; Hatice, kızını bir üvey babanın yetiştirmesini istemediği için evlilik teklifini kibarca reddetti. Katil hiç vazgeçmedi, bir gün karşısına yine çıkıp onu kaçırmak istedi. Hatice direndi ve katil onu kalbinden altı defa bıçaklayarak öldürdü.

Aile'nin acısı çok taze olduğu ve olay basına yansımadığı için katille ilgili daha fazla bilgi alamadım ama öğrendiğim kadarıyla katil daha önce de kendi kardeşini öldürmüş ve babasını da yaralamış. Adalet dağıtmayan hukuk sistemimiz yeterince ceza vermediği için bir insan daha öldü, her ne kadar katil Orhan.M isimli o şahıs olsa da son 12 yılda %1400 artış gösteren diğer kadın cinayetleri gibi Hatice'nin de azmettiricisi devlettir.

Hatice, üç buçuk yaşındaki kızına hem annelik hem de babalık yapıyordu. Katil ve azmettiricisi, sadece Hatice'yi değil şu dünyada annesinden başka kimsesi olmayan bir çocuğu da hem yetim hem de öksüz bırakarak canlı canlı öldürdüler. 

Bir çocuk daha, anne ve baba şevkatinin ne demek olduğunu bilmeden büyüyecek. Hatice Kaçmaz'ın TRT'de söylediği bir türküden dinleyelim, "Ölüm Allah'ın emri de şu ayrılık olmasaydı..." 




                                                                                                       16.09.2014 
                                                                                                       https://twitter.com/mtcsssyyh

















17 Ağustos 2014 Pazar

"Bizim elimize geçen her yer böyle mi olacak!"


2008 yılında, Van'ın Gevaş ilçesinde 700 yıllık Halime Hatun Kümbeti'nin hemen arkasına Toki tarafından bir yurt inşa edilmiş. Bundan birçok kişi gibi haberim yoktu, geçtiğimiz günlerde olayın tekrar gündeme gelmesi vesilesiyle haberdar oldum. Kümbet, arkasındaki ağaçlar ve dağ ile birlikte tarih ve doğanın iç içe olduğu ender yapılardan biri olarak turistlerin gözde mekanıydı. Toki'nin hemen arkasına inşa ettiği yurt yüzünden Kümbet, artık bir "ucube" gibi görünüyor.


Halime Hatun Kümbeti bir istisna değil, gün geçmiyor ki memleketimizde yeni bir tarih ya da doğa katliamı yapılmasın. 

Yine 2008 yılında doğal görüntüsü nedeniyle her yıl binlerce turistin ziyaret ettiği Trabzon Uzungöl'ün çevresine istinat duvarı örüldü. Gelen tepkiler üzerine istinat duvarı yıkılarak bu sefer de gölün çevresine set çekildi ve gölün çevresinde yapılaşmaya izin verildi. Yapılaşma ve çevreye çekilen set, Uzungöl'ün doğal bir göl'den ziyade insan eliyle yapılmış bir havuz gibi görünmesine sebep oldu. 



10.000 yıllık bir tarihi geçmişi olan Hasankeyf de yakında yapımı bitecek Ilısu barajı dolayısıyla sular altında kalacak. 2012 yılında oraya gitme fırsatı bulmuştum, orda tanıştığım İspanya'lı ve Güney Kore'li turistlere buranın kısa süre sonra baraj yapımı dolayısıyla sular altında kalacağını söylediğimde "nasıl kıyılır böyle bir yere, bu delilik" demişlerdi. 



Atatürk Orman Çiftliği de son zamanlarda içine yapılan "Başkanlık konutu Ak Saray" ve içinden geçirilen yollar dolayısıyla yok olma eşiğinde.






3. köprü ve 3. havalimanı dolayısıyla 2.5 milyon'a yakın ağaç kesildi. Kanal İstanbul ve diğer çılgın projeler de yapıldığında İstanbul'da artık mezarlıklar haricinde yeşil alan kalmayacak.



Doğal ve tarihi zenginliklerin değerini bilmeyen bir ülkeyiz. Başbakan Erdoğan "3-5 çanak çömlek yüzünden Marmaray, 4 yıl gecikmeli bitti" demişti. Bakan ise o kazılarda toplamda 35.000 tarihi eser çıktığını söylemişti. Tarihi eserlere 3-5 çanak çömlek olarak bakıldığı için de yetkililer Eti Arkeoloji müzesini hiç çekinmeden düğün salonu olarak kiraya verebiliyorlar.


Malesef, ne tarihi ve doğal zenginliklerimize sahip çıkamıyoruz. Sabahattin Ali, Çirkince adlı hikayesinde bu durumu çok net olarak açıklar. Cumhuriyet'ten önce gezip hayran kaldığı Çirkince'ye bir de Cumhuriyet'ten sonra görmek ister ve gider. Mübadele yapıldığı için Gayrımüslim'ler orayı terk etmek zorunda kalmışlardır ve onların yerine Muhacirler yerleştirilmiştir. Muhacirler, "bu gavurlar muhakkak giderken buraya gömü bırakmışlardır" diyerek tüm evleri yıkıp harabeye çevirmiş ve çeşit çeşit meyve veren ağaçları da kesip kereste olarak satmışlardır. İlçe kaymakamı, "ülkemizin böyle güzel bir köşesinin adı Çirkince olamaz" diyerek ilçenin adını Şirince olarak değiştirmiştir. Sabahattin Ali, oraya tekrar geldiği için hayal kırıklığına uğramıştır çünkü adı Çirkince iken cennetten bir köşe kadar güzel olan bu kasaba, adı Şirince olduktan sonra dünyanın en kötü yeri haline gelmiştir. Bunun üzerine, "bizim elimize geçen her yer böyle mi olacak!" diyerek kasabadan ayrılmıştır.

Gerçekte de aynı bu hikayede olduğu gibi, insanlarımız söz konusu para olduğu vakit hiçbir güzelliği çirkinliğe çevirmekten geri durmuyorlar. Biz de aynı soruyu biraz değiştirerek yetkililere soralım. Bu ülke bizim değil de yanı başımızdaki "gavur" Avrupalı'ların elinde olsaydı, aynı şey yapılır mıydı? Bizim elimize geçen her yer böyle mi olacak!"

                                                                      

                                                                     18.08.2014

                                                                     mütecessis seyyah (mtcsssyyh) on Twitter




                         














16 Haziran 2014 Pazartesi

"Devlet Baba" çocuklarını öldürmeye devam ediyor!





Devlet, insanları koruyan kollayan ve onların güven içerisinde yaşamasını sağlamak için yine insanlar tarafından kurulmuş bir yapıdır. Devlet, koruyucu ve kollayıcı olma özelliğiyle aile içinde babaya karşılık geldiği için özellikle bizim toplumumuzda çoğunlukla "Devlet Baba" olarak nitelendirilir.

Baba kelimesi genel olarak çoğumuza olumlu şeyleri ve iyi babaları hatırlatsa da bir de hayatı çocuklarına zindan eden babalar vardır. Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna'da yarattığı kahramana babası için, "babam benim için hemen hemen hiç mevcut değildi; yalnız 'baba' dedikleri soyut bir kavramın insan şeklinde görünüşüydü" dedirtecekti. Aynı şekilde Yusuf Atılgan da Aylak Adam'da "babam, görürsünüz adam olmayacak bu çocuk derdi. Konuşmazdım. Sevinirdim. Babam adamsa ben olmayacaktım." diyecekti. 

Dün babalar günüydü, Soma'da 'Devlet Baba'nın babasız bıraktığı yüzlerce çocuk babalarının mezarına aldıkları karneleriyle gittiler."Devlet Baba", bir çocuğun hepsi pekiyi olan karnesinin sevincini yaşamasına; bir babanın da bu karneyi getiren evladıyla gurur duymasına izin vermemişti.

Soma'da öldürülen babalar iyi babalardı, "Devlet Baba" ise kötü baba. O, babalardan evlatlarını, evlatlardan ise babalarını alan bir canavar. O, gazetelerde okuduğumuz cinnet geçirdiği için tüm çocuklarını öldüren bir baba. 

Dün babalar günüydü, 15 yaşında öldürdüğü Berkin Elvan'ı mitinglerde yuhalatan "Devlet Baba" bu sefer de Lice'de kalekol protestosunda öldürülen insanlara dikkat çekmek amacıyla Adana'da düzenlenen protestolara "izinsiz" katıldığı için 15 yaşındaki İbrahim ARAS'ı öldürdü. "Devlet Baba" çocuklarını affetmiyor, en ufak itirazda bulunanı hemen öldürüyor. 

"Devlet Baba", çocuklarını öz ve üvey olarak ikiye ayırıyor, üvey evlatlarını öldürürken öz evlatlarının da desteğini alıyor. Gezi'ye kadar tek üvey evlat Kürtler iken Gezi'den sonra öz evlat seküler kesim de üvey evlatlar arasına girdi. Bugün sadece muhafazakarlar öz evlat statüsünde ve bu yüzden de kendilerini güvende hissediyorlar. "Devlet Baba" bir gün onları da üvey evlat statüsüne alıp öldürecek, ancak o gün seslerini çıkaracaklar ama korkarım ki o gün her şey için çok geç olacak.

Babalar gününde bile öldürmekten geri durmayan zalim bir babamız var. Şeytanın Avukatı filminde, "Babasız olmaktan daha kötü bir şey varsa, o da benimki gibi bir babaya sahip olmaktır" şeklinde yer alan bir replik vardı tam olarak bizim durumumuzu anlatıyor. Devletsiz olmaktan daha kötü bir şey varsa, o da bizimki gibi bir devlete sahip olmaktır!

NOT: Sabahattin Ali'den konu açılmışken onun da "Devlet Baba" tarafından 1948 yılında henüz 41 yaşındayken öldürüldüğünü hatırlatmadan geçemeyeceğim.

                                                                               16.06.2014

                                                                               mütecessis seyyah (mtcsssyyh) on Twitter






28 Aralık 2013 Cumartesi

"Yaprak döker bir yanımız, bir yanımız bahar bahçe"



İki yıl önce bugün Uludere'de, yasaklanan adıyla Roboski'de 17'si çocuk 34 insan katledildi. Roboski'li aileler, iki yıldır adalet bekliyorlar ve adalet hala yerini bulmadı. Hükümet, adaletin gereğini yerine getirip katliamın sorumlularını cezalandıracağına, yapılan katliam için ailelere tazminat ödeyerek bu davanın peşini bıraktırmaya çalışıyor. İnsan hayatının bu kadar ucuz olduğu bir ülkede, devletin tazminatı ödemekte çok da zorlanmayacağı aşikar. "Öldürürüm ama parası neyse onu da veririm" minvalinde bir şeyler geveleyen hükümet'e en güzel cevabı Roboski'li aileler, katliam paralarını almayarak verdiler. Onlar para değil, sadece adalet istiyorlar.

Her konuda üç maymunu oynayan yandaş medya, katliamdan sonra da hiçbir şey olmamış gibi davrandı. Onlara göre mesele sadece bir yanlış anlaşılmadan ibaretti ve öldürülen o insanlar kaçakçılık yaparken örgütün geçiş güzergahını kullandıkları için bu olay yaşanmıştı. Sadece medyada değil, toplumun çoğunluğunda da tepkisizlik konusunda bir uzlaşma söz konusuydu. Kürtler ve ülkemizde hala mevcut olan vicdanlı insanlar haricinde kimse bu duruma itiraz etmiyor, bu durumun korkunçluğunu sorgulamıyordu. 

Katliam'dan üç gece sonra Türkiye, sanki hiçbir şey olmamış gibi coşkuyla yılbaşını karşılıyordu. Havai fişekler patlıyor, insanlar tüm yıl boyunca yaşadıklarını anımsarlarken üç gece önce yaşanan hadiseyi unutmuşlardı. Katliam günü halka haber verip reytingini arttırma gibi bir uğraşa girmeyen  televizyon kanalları yılbaşı gecesi, en ünlü sanatçıları davet ederek birbirleriyle reyting yarışına girişmişlerdi.

"Zulme karşı susan dilsiz şeytandır" diyen dindarlar, söz konusu Kürd'e uygulanan zulüm olunca dilsiz şeytan kesilmişlerdi. O günlerde Hükümet'le arasında herhangi bir sorun olmayan Cemaat, Zaman Gazetesi'nde "Irak sınırında F-16'lar kaçakçıları vurdu:35 ölü" manşetini atarken, Hükümet'le araları bozulduğu için geçtiğimiz günlerde aynı gazete "Uludere, 726 gündür adalet bekliyor" manşetini atacaktı. Dersaneleri kapatıldığı için hükümete etmedik beddua bırakmayan Fethullah Gülen, o günlerde küçük bir başsağlığı ile meseleyi geçiştirmişti.

Gezi direnişiyle beraber "Kürtlerin yıllardır neler çektiğini ancak şimdi anladık" diyenler, katliam döneminde Kürt'lerin neler çektiğini henüz anlayamadıkları için meseleyi bir kınama twitiyle geçiştirmiş ve meydanlara inme zahmetinde bulunmamışlardı. Gezi direnişinden sonra, Kürtler'in yıllardır neler çektiğini anlayan (?) Gezi ruhu, geçtiğimiz günlerde yaşanan Gever katliamına da sessiz kalınca anlaşıldı ki, Türkiye'nin batısındaki bir ağaç doğusundaki bir insandan daha değerliymiş.

Hiçbir zaman destekledikleri partinin yanlış yapmayacağını düşünen AKP seçmenleri ise, "onlar da kaçakçılık yapmasalardı canım" şeklinde bir savunma yapıyor ve ülkenin kaçakçılık yüzünden her yıl milyonlarca zarara uğradığı konusunda nutuk veriyorlardı. Kişi başına ancak elli lira kazanacak olan Roboski'li çocuklar için bu savunmayı yapanlar, yaptıkları yolsuzluklarla ülkeyi milyarlarca dolar zarara uğratan bakan çocukları için tek kelime bile etmeyeceklerdi.


Ulusalcılar var bir de, AKP'nin her yaptığına muhaliftirler ama söz konusu Roboski olunca, herhangi bir muhalifliklerini göremedik. Bu grubun neredeyse tapındığı Yılmaz Özdil vardır, "bu hafta yazı yazamayacam" dediği yazılarını bile sosyal medya'da yüz binlerce insan  paylaşır. Bu derece sever ve tapınırlar. Her gün, ortalama beş twite denk gelen yazılar yazan Yılmaz Özdil, Roboski'den sonra üşenmeden "Sayın kaçakçı" diye uzun bir yazı yazmıştı. Kariyerinin en uzun yazısında kaçakçıları katıra benzetmiş ve haftada 15 bin lira kazandıklarını iddia etmişti. Ona göre de, öldürülen kaçakçılar masum değildi. Sonuna kadar hak etmişlerdi bombalanmayı.

Bu ülke coğrafi olarak bölünmemiş olsa da, psikolojik olarak çoktan bölünmüştür. Aksi takdirde ülkenin batısında coşkuyla yılbaşı kutlanırken doğusunun yasta olması başka türlü açıklanamaz. Acılarımız ve sevinçlerimiz aynı değilse birlikte yaşamanın da hiçbir anlamı yoktur. Acılarımız ve sevinçlerimiz bir olmadığı sürece korkarım ki, bu mutsuz evliliği daha fazla sürdüremeyiz. 

"Bu ne beter çizgidir bu / Bu ne çıldırtan denge.
 Yaprak döker bir yanımız, bir yanımız bahar bahçe"
  

                                                                       mütecessis seyyah (KapkaraMizah) on Twitter

                                                                       28.12.2013



NOTLAR:

1) Toplumdaki Roboski Katliamı algısının vehametini az çok göstermek açısından Twitter'da 700.000 kişi tarafından takip edilen bir hesabın attığı twiti ve oraya yapılan bir yorumu sizlerle paylaşmadan edemeyeceğim.
A) https://twitter.com/bunsenbeki/status/416721150131986432
(Katliamdan sonra bu tepkiyi birçok kişinin de bizzat ağzından duydum)
B) https://twitter.com/UqurCaqlayan/status/416747504856993793  ("En iyi Kürt ölü Kürt")

2)Zaman Gazetesi'nin önceki ve sonraki manşeti:
 http://galeri8.uludagsozluk.com/426/zaman-gazetesinin-iki-y%C3%BCzl%C3%BCl%C3%BC%C4%9F%C3%BC_549756.jpg

3) Hasan Hüseyin Korkmazgil, "Öyle bir yerdeyim ki" şiiri.
 http://www.antoloji.com/oyle-bir-yerdeyim-ki-siiri/

4)Yılmaz Özdil, "Sayın kaçakçı" http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/19614987.asp

5) Bu yazıda Gezi direnişçileri için yapılan eleştiriyi yine bir Gezi direnişçisinin yazdığını gözardı etmezseniz sevinirim. 













24 Aralık 2013 Salı

"Yolsuzluk yaptım ama sor bakalım niye yaptım?"




Yeşilçam'ın klasiklerinden olan Banker Bilo filmini bilmeyenimiz yoktur. Bilo, saf-temiz ve iyi niyet timsali bir köylü çocuğudur; Maho ise, köyünden İstanbul'a göç edip orada her türlü hinliği ve üç kağıdı öğrenen biridir. Film boyunca üç kağıtçı Maho'nun, Bilo'yu nasıl aldattığı anlatılır. Bilo, kazık yediği hemşehrisinin yakasına yapışıp hesap sorarken her seferinde "yaptım ama sor bakalım niye yaptım?" sorusuyla karşı karşıya kalır. Bilo "soruyorum ulan, niye yaptın?" dediğinde Maho, olayları uzun uzadıya anlatır, altından girer üstünden çıkar ve suçlu olduğu halde kendisini suçsuz-günahsız gösterir.

Son yıllarda ülkede yaşadıklarımız da bu filmden pek farklı sayılmaz, bir şeyler oluyor ama biz, hesap soramıyoruz. Hesap sormaya kalktığımızda ise Banker Bilo filminde Maho'nun yaptığı gibi, "yaptım ama sor bakalım niye yaptım" şeklinde bir savunmaya maruz kalıyoruz. Hükümet'in savunması bittiğinde hesap sorduğumuz için ne çapulculuğumuz kalıyor ne de vatan hainliğimiz. Hükümetin yaptıklarının arkasında gizli olan iyi niyeti, Türkiye'yi Ortadoğu'nun lideri yapacak stratejiyi ve uluslararası dengeleri anlayamadığımız için her seferinde suçlu yine biz oluyoruz. Usta bir şey yaptıysa bu muhakkak Türkiye'nin ve milletin lehinedir, bizim kafamız böyle ince işlere çalışmaz ama bu böyledir. Usta ki, on bir yıldır ülkeyi yönetiyor, devlet yönetiminde deneyimi çok yüksektir, onun yaptıklarına bizim aklımız ermez.

Sevenleri Erdoğan'ı sadece Başbakan olarak değil, bunun yanında çok mübarek bir zat olarak da görüyorlar. Egemen Bağış, Erdoğan'ın doğduğu şehirleri mübarek ilan etmişti. AKP Aydın il başkanı daha da ileri giderek Erdoğan'a peygamber benzetmesi yapmıştı. Son günlerde de sosyal medya üzerinden yüzlerce kişi Erdoğan'ı "Allah'ın yer yüzündeki gölgesi ve halifesi" ilan ediyor. 

Başbakan, son günlerde belgeleriyle ortaya çıkan yolsuzluk meselesini hiç reddetmedi, dikkatleri hep milli irade, zamanlama ve paralel devlet yapılanmasına çekerek lafı geçiştirdi. Kendisine bu kadar olağanüstü özellik atfedilen bu kişi bir gün çıkıp "yaptık ama bir sorun bakalım niye yaptık" dedikten hemen sonra "biz yolsuzluk yaptıysak da bunu millete hizmet için yaptık" derse buna gözü kapalı inanacak insanlar var çünkü onun yaptıklarına akıl sır ermez. Usta yapıyorsa bir bildiği vardır. 

Biz yönetilenler Bilo gibi saf, yönetenler de Maho gibi hin olduğu sürece sırtımıza çok binilecektir. Neyse ki, film'in sonunda Bilo her şeyin farkına varır ve hayatı boyunca Maho'dan yediği tüm kazıkların öcünü alır. Bir gün halk'ın da Bilo gibi her şeyin farkına varması ve kendilerini sömüren Maho'lardan kurtulması dileğiyle.


                                                                    mütecessis seyyah (KapkaraMizah) on Twitter

                                                                    24.12.2013



KAYNAKLAR:  1) Banker Bilo özet:  http://www.youtube.com/watch?v=b-wZ-1Bxgm0
2)Egemen Bağış haberi: http://www.haberturka.com/haber.php?haber_id=95131
3)Peygambere benzetme haberi: http://yenisafak.com.tr/Politika/?i=239416
4) Halife ilan eden twitlerden birkaçı:       https://twitter.com/BeyhanDemirci/status/415092497007017984 /
  https://twitter.com/BeyhanDemirci/status/414839853952794625

                                                                    

                                                                  



19 Aralık 2013 Perşembe

"Türkiye'de her şey olabilirsiniz ama bir tek şey olamazsınız, rezil olamazsınız!"




Birkaç gün önce hepimiz güne yeni bir operasyon haberiyle uyandık. Bu sefer meselenin gezi parkı eylemleriyle ilgisi yoktu. Gözaltına alınanlar yoksul halk çocukları değil, tam tersine mevcut bakanların çocukları ve diğer yakınlarıydılar. Yolsuzluğa karışan bu insanlar, bakan babalarının haberi bile olmaksızın gözaltına alınmışlardı.

Çok şaşırdık ama şaşkınlığımız bakan çocuklarının  yolsuzluk yaptığına inanamamış olmamızdan değil, gözaltına alınmış olmalarından kaynaklıydı çünkü hepimiz başa gelen iktidar'ların yakınlarını semirtmesinin Türkiye'de bir gelenek olduğunu iyi biliyoruz. Çok geçmeden bu şaşkınlığımızı da atlattık çünkü meselenin AKP ile Cemaat arasındaki iktidar mücadelesinden kaynaklandığı anlaşıldı. Cemaat, kendisini saf dışı bırakmaya çalışan AKP'yi köşeye sıkıştırmak için yargı ve emniyet içindeki bağlantılarını kullanarak yapılan yolsuzlukları ortaya çıkartmıştı ve bizim de haberdar olmamız ancak bu vesileyle olmuştu.

Her geçen dakika mesele daha da büyüyor, internet sitelerinde dolaşıma sokulan belgeler gösteriyor ki, bu iş bakan çocuklarıyla kalmayıp bakanlara kadar uzayacak. Bu belgeler, telefon konuşmaları, rüşvet alınırken çekilen fotoğraflar ve rüşvetin kaydını tutmak için tutulan exel notlarından oluşuyor. Muammer Güler, Egemen Bağış ve Zafer Çağlayan haricinde yeni şüpheliler çıkar mı ya da bu iş Başbakan'a kadar uzar mı bilemiyoruz. 

Başka bir ülkede olsa Hükümet düşürecek bu iddialar Türkiye'de en fazla birkaç Bakan'ın istifası ve söz konusu bakan çocuklarının birkaç ay tutuklu yargılanmasından ibaret olur. Başbakan'ın kendisinin yolsuzluk yaptığına dair belge çıksa bile Hükümet, bu işten kolaylıkla sıyrılabilir. Hatta sıyrılmak bir kenara bu işten yeni bir mağduriyet çıkararak bu sürecin sonunda karşımıza daha da güçlü çıkabilir çünkü biz, yolsuzluğun ve rüşvetçiliğin ayıp sayılmadığı bir ülkede yaşıyoruz.

Turgut Özal Başbakan olduğu dönemde, kendisine memur zamlarının yetersiz olduğu söylendiğinde "benim memurum işini bilir" diyerek memurları rüşvete teşvik etmişti. Bizzat bir Başbakan tarafından yapılan bu teşvik, toplumda herhangi bir tepkiye sebep olamamıştı çünkü toplum da Özal gibi bu meseleyi çok sıradan bir olay gibi görüyordu. "Bal tutan parmağını yalar; devletin malı deniz yemeyen keriz ve götürene maşallah, götüremeyene inşallah" gibi atasözleri toplumun yolsuzluk ve rüşveti sıradan bir olay olarak görmesi bir yana hayranlıkla baktığının göstergesidir.

Bu atasözleri ortadayken AKP'nin bu süreçten yara alarak çıkacağını düşünmek büyük bir yanılgıdır. Murathan Mungan'ın da çok güzel bir şekilde ifade ettiği gibi "Türkiye'de her şey olabilirsiniz ama bir tek şey olamazsınız, rezil olamazsınız" 


                                                                  mütecessis seyyah (KapkaraMizah) on Twitter

                                                                  19.12.2013