Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

5 Aralık 2013 Perşembe

Bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları eşittir ama AKP'liler daha eşittir.


Edebiyat tarihi, içerisinde birçok distopik roman barındırmaktadır. Gün geçmiyor ki, ülkede bu romanlardan bir parça görmeyelim. Yazarlar, Türkiye'nin bugün'ünü görüp yazmış olsalar ancak bu kadar benzeşebilirdi. Bunlardan birisi de George Orwell'in Hayvan Çiftliği adlı romanıdır. 

Her ne kadar, George Orwell'in bu kitabıyla Sovyet Rusya'yı eleştirmiş olduğu söylense de kitap Sovyetler Birliği'nin yıkılmasından sonra da güncelliğini korumuştur. Kitapta, sosyalist ve kapitalist devletler ayırt edilmeksizin sadece otoriter ve totaliter rejimlerin eleştirildiği iki uçlu bir yergi kullanılmış olması bunun temel sebebidir.

Kitabı kısaca özetleyecek olursak, Bay Jones'un çiftliğinde köle gibi çalışan hayvanların kendilerine yemlerinin verilmediği bir günde isyan ederek iktidarı devralmalarını ve sonrasında gelişen süreci anlatır. Çiftlikte iktidar, insanlardan alındıktan hemen sonra çeşitli kurallar konulur. Bunlardan birisi de "bütün hayvanlar eşittir" kuralıdır. Zaman geçtikçe domuzlar bu kuralı "bütün hayvanlar eşittir ama bazı hayvanlar (domuzlar) daha eşittir" şeklinde lehlerine değiştirirler.

Bu kitap ile Türkiye'nin benzeştiği nokta ise tam da budur. 2002 yılın'da AKP'nin iktidar olmasını da mevcut düzene karşı demokratik yollarla gerçekleşen bir isyan olarak görebiliriz. O gün, mevcut olan statükonun ötekileştirdiği ne kadar insan varsa bu partiye destek oldu ve onu iktidara taşıdı. İktidarının ilk yıllarında toplumun her kesimini kucaklayan bu partiye zamanla bir şeyler oldu. Önce Atatürk'çü (seküler) kesim ötekileştirildi, sonra cumhuriyet tarihi boyunca hep öteki olan Kürt'ler bir kez daha ötekileştirildi, daha sonra ise aykırı ses çıkaran herkes bu ötekileştirmelerden payını aldı ve ülkenin hapishaneleri muhaliflerle dolup taştı. Bütün bunlar olurken İktidar'ın gizli ortağı Cemaat de medyası ve devlet içindeki adamlarıyla bu cadı avına elinden gelen yardımı yapıyordu ta ki bir gün, sıra onlara gelene kadar. 

İktidarının ilk yıllarında "Bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları eşittir" diyordu AKP, tıpkı Hayvan Çiftliği'nde "bütün hayvanlar eşittir" dendiği gibi. Birkaç yıl önceye kadar "Bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları eşittir ama AKP'liler ve Cemaat'çiler daha da eşittir" deniyordu. Şimdi ise "Bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları eşittir ama AKP'liler daha eşittir" deniyor tıpkı kitapta "Bütün hayvanlar eşittir ama bazı hayvanlar daha eşittir" dendiği gibi.

Eşitlik, iktidar'ı elinde bulunduranların lehinde gelişirken iktidar olmayan insanlar başta olmak üzere diğer tüm canlıların aleyhinde gelişmesinin sebebi de yine aynı kitapta hayvanların bakış açısıyla söylenen şu cümlede gizlidir: "İnsanoğlu, kendinden başka hiçbir canlının çıkarını gözetmez."

  

Kaynak: George Orwell, Hayvan Çiftliği (Can Yayınları)                                                     

                                                                            mütecessis seyyah (KapkaraMizah) on Twitter

                                                                            05.12.2013







25 Kasım 2013 Pazartesi

Hepimiz, Franz Kafka'nın Joseph K'sıyız.


Franz Kafka, "Birisi, Joseph K. ile ilgili olarak yanlış bir suçlamada bulunmuş olmalıydı, çünkü yanlış bir şey yapmamış olmamasına rağmen bir sabah tutuklandı." cümlesiyle başlar Dava isimli kitabına. Bu kitabı okuyalı çok oldu ama ne o kitabı ne de o kitabın kahramanını unutamıyorum, unutturmuyorlar! 

Birkaç gün önce oyuncu Barış Atay ve onunla beraber beş kişi daha RedHack davasından gözaltına alındı. Bu bir ilk değildi ve son da olmayacaktı. Dün gece suçsuz oldukları anlaşıldığı için hepsi serbest bırakıldı, çünkü gerçekten suçsuzdular. Barış Atay, "twitterdan anlayan biri foto yüklerken neden internal server error verdiğini söyleyebilir mi?" diye twit atacak kadar bilgisayardan anlamayan bir insandı, eğer onu bile hacker olmak suçuyla gözaltına aldılarsa bir gün internetten gazete okuyup birkaç twit atabilen herkesi gözaltına alabilecekler demektir. Zaten savcılıkta da "gezi parkı sürecinde twit attın mı?" diye soru sormuşlar. Gezi parkı eylemlerinde 24 saat içinde 2 milyon twit atılmıştı, bu suçsa hepimiz suçluyuz. Hali hazırda "siber suçlarla mücadele daire başkanlığı" açılmışken bir gün hepimiz, twit attığımız için tutuklanabiliriz.

RedHack, KCK ve Ergenekon davaları söz konusu olduğunda devletin gözü kararıyor ve hukuk'un "aksi ispatlanana kadar herkes masumdur" ilkesini unutup "masumiyeti ispatlanana kadar herkes suçludur" cümlesini kendilerine şiar ediniyorlar. Herhangi bir şekilde delillerin karartılmasının mümkün olmadığı durumlarda bile insanları tutuklu yargılayarak özgürlüklerine el koyuyorlar. Suçsuzlukları ispatlanana kadar çoğu cezaevlerinde kötü koşullarından kaynaklanan, filmlere ve kitaplara konu olabilecek dramlar yaşamak zorunda kalıyorlar. 

Mevcut terörle mücadele kanunu ve iktidarın tavrı masum insanların suçlu ilan edilmesine çok açıktır. İdris Naim Şahin, 2011 yılında yaptığı bir konuşmada "terör sadece dağda çatışmayla olmaz şiir yazarak, resim yaparak, makale yazarak teröre destek olanlar var" demişti. Bu demek oluyor ki, hepimizde bir Joseph K. potansiyeli var. Bir sabah, ne suç işlediğimizi bilmeden twit attığımız, şiir okuduğumuz, resim yaptığımız ve makale yazdığımız için terörist sayılarak gözaltına alınabiliriz.

Kafka, Dönüşüm kitabında, sabah uyandığında kendisini böcek olarak bulan Gregor Samsa'yı anlatırken, Dava kitabında ise devletinin gözünde bir böcek kadar bile değeri olmayan bizleri anlatır.

Kaynaklar: 1) Franz Kafka, Dava (1925)   2)https://twitter.com/barisatay/status/379740292909637632  3) http://www.radikal.com.tr/politika/icisleri_bakanindan_yeni_teror_tarifleri-1073629 ) 4)Konuyla ilgili film önerisi: İn the Name of the Father

                                                                             




                                                                             mütecessis seyyah (KapkaraMizah) on Twitter


                                                                             26.11.2013







24 Kasım 2013 Pazar

Hırpalayan polisler, hırpalanan öğretmenlerin yetiştirdiği bir nesildir.


Sürekli değişen ülke gündemimizi son günlerde de eğitim sistemi işgal ediyor. Aslında olması gereken gündemimiz de tam olarak bu ama eğitim sistemini değil sonuçlarını konuştuğumuz için işgal kelimesini kullanıyorum. Dersaneler de, polisin Ankara'nın göbeğinde öğretmenleri hırpalaması da eğitim sisteminin dolaylı sonuçlarıdır.

Eğitim sistemimiz, her şeyden önce bilimsel değil, ideolojiktir. Okullar, devletin ideoloji pompaladığı kurumlar olarak görev görmektedirler. Bu ülkenin eğitim müfredatı yıllardır öğrenci şekillendirmeye yönelik yazılıyor. Milli eğitim'in çarklarından geçmiş bir öğrenci eğer sadece müfredat kitaplarıyla yetinmişse ideolojisi az çok bellidir. On iki yıllık zorunlu eğitimden geçen bu öğrenciler, devletin istediği makbul vatandaşlar haline gelmişlerdir. Bilimle uzaktan yakından ilgisi olmayan pragmatizme dayalı bu eğitimin sonunda seri üretim ile aynı fabrikadan çıkan ürünler gibi bu öğrenciler de birbirlerine benzer özellikler gösterirler. Görselde görüldüğü gibi aynı dünya görüşüne sahiptirler ve devletin istediği yönde gelişmelerini tamamlamışlardır. 

Bu anlattıklarım sanki distopik romanları andırıyor olabilir ama hepimiz bu süreçten geçtik. Devlet, Kürt vatandaşların çocuklarını asimile etmek için yıllardır okulları kullanıyor. Okula ilk geldiği gün, anadilinde konuşması yasaklandığı gibi başka bir dilde eğitime tutuldu. On iki yıllık eğitimin sonunda, öğrenci anadilini unutmuş ve çoktan başka bir dil ile düşünmeye başlamıştır.

Devlet, Alevi vatandaşların çocuklarını ise din kültürü ve ahlak bilgisi dersi ile sünnileştirmeye çalıştı. Bu öğrenciler bu eğitimin sonucunda sünni olmamış olsalar da aleviliğin hak bir meshep olmadığını kabullenmek zorunda kalmışlardır.

Devlet, dindar vatandaşların çocuklarını ise sekülerleştirmek amacıyla Atatürk'çülüğü
 dikte ediyordu. Alevi'ye zorunlu din dersi veren devlet, hali hazırda dindar ailelerden gelen çocukları da sekülerleştirmek istiyordu. Yani, vatandaşlar sünni olsun ama dindar olmasın istiyordu.

 Son on yıldır ülkeyi yöneten AKP iktidarı ise bu sekülerleştirmeyi azaltmakla kalmayıp müfredata Siyer ve Kuran derslerini de ekleyerek eğitimi daha da muhafazakar çizgiye çekmiştir. Eğitim sistemi iktidar olanın kendi ideolojisini pompaladığı bir araç, okullar ise bunu gerçekleştiren kurumlar olarak kullanılmaktadır. 

AKP öncesi devlet, ulusalcı, seküler sünni ve Atatürk'çü vatandaşlar yetiştirmek istiyordu. AKP sonrası devlet ise vatandaşın, milliyetçi, dindar sünni ve muhafazakar olmasını istediği için eğitim sitemini 4+4+4 olarak şekillendiriyor. 

Dersane ve öğretmenlerin hırpalanması olayına geri dönecek olursak da, dersaneler yıllarca öğrencisini şekillendirmekle uğraşan devletin vermeyi unuttuğu eğitimi öğrencilere vermek için ortaya çıkan kurumlardır ve öğretmenler gününden bir gün önce öğretmenleri hırpalayacak kadar gözü dönen polisler ise yıllarca okullarda devletin bekası için her şeyin makbul olduğu öğretilen öğrencilerdir. Hırpalayan polisler, hırpalanan öğretmenlerin yetiştirdiği bir nesildir.

Eğer sadece müfredat kitaplarını okuyan biri olsaydım ya öğretmenleri hırpalayan bir polis ya da öğretmenlerin meydanlarda düştüğü bu acı durum karşısında oh çekip alkışlayan bir vatandaş olurdum.Belki de destan yazdılar bile derdim ama demiyorum çünkü ben, Mark Twain'in de dediği gibi "hiçbir zaman okulun eğitimime engel olmasına izin vermedim"

Bugün öğretmenler günü, bu vesileyle öğrencilerine müfredat haricinde bir kelime olsun öğreten tüm öğretmenlerin önünde saygıyla eğiliyorum.


mütecessis seyyah (KapkaraMizah) on Twitter

24.11.2013












26 Ağustos 2013 Pazartesi

Çocuklarımız okudukça isyan ediyor...




Başbakan, eski adı "Rize Üniversitesi" olan "Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi" geliştirme vakfı toplantısında eğitimle ilgili birkaç laf etmiş olabilmek için Sakallı Celal'in "bu kadar cehalet ancak tahsille mümkündür" sözünü kullanıyor ve ardından çocuklarımızın okudukça cahilleştiğini öne sürüyor.

Aslında Başbakan'ın okumak ve kitap üzerine söylediği ilk şeyler değil bunlar. 2005 yılında da TOBB Üniversitesi'nin açılışında öğrencilere "öğüt" verirken "Benim zamanımda nice arkadaşım vardı, çok okurlardı, kütüphaneleri vardı ama şimdi sefilleri oynuyorlar. Kitapların arasının dışındaki dünya eşittir başarı. Pratik önemli, girişimci bunu yakalamıştır. Siz de öyle yapın" diyerek öğrencileri okumak yerine girişimciliğe teşvik etmişti.

Başbakan bunları herhangi bir yerde değil, üniversitelerin içinde yaptığı konuşmalarda dile getiriyor. Kitap okumayı sevmeyen bir insanın Başbakan olmasından daha vahim bir şey varsa o da kitap okumayan ve eğitim kurumlarını sadece girişimci-ara eleman yetişmek için kullanılan yerler olarak gören bir insanın isminin bir üniversiteye verilmesidir.

"Bu kadar cehalet ancak tahsille mümkündür" sözü Nazım Hikmet'in, Haldun Taner'in ve Ali Sami Yen'in hocası Sakallı Celal'e pek yakışıyor fakat Başbakan bile olsa kitap okumayı sevmediğini her konuşmasında belli eden bir insanın ağzında pek sırıtıyor.

Bakan Taner Yıldız, Gezi eylemlerinden sonra katıldığı bir programda "Eğitim seviyesi yükseldikçe AK Partinin hitap ettiği alanın daha da daraldığını görüyoruz, anketler bize bunu gösteriyor" demişti. Nitekim, Gezi Parkı'nda eylem yapan insanların ilk işi oraya kendi çabalarıyla bir halk kütüphanesi kurmak olmuştu. Başbakan'ın söylediğinin aksine çocuklar okudukça cahilleşmiyor olsalar da okudukça bilinçleniyor ve isyancı oluyorlardı.

Karşımızda, kendi yazdığı müfredat kitapları haricinde tüm kitapları tehlikeli ve sakıncalı olarak gören bir İktidar var. Bu yüzden, dünya klasiklerini bile yasaklamaktan geri durmuyorlar ve bize her fırsatta okumamamız gerektiğini telkin ediyorlar. 

Onların söylediğinin aksine biz, ilk ayeti "yaratan rabbinin adıyla oku" olan Kuran'ın emrini dinleyeceğiz ve okumaya devam edeceğiz...

Kaynaklar:  1)Alak Suresi 1.Ayet / 2)http://tr.wikipedia.org/wiki/Celal_Yal%C4%B1n%C4%B1z
3) http://www.radikal.com.tr/haber.phphaberno=1447184) http://www.radikal.com.tr/politika/erdoga_bu_kadar_cehalet_ancak_tahsille_mumkun-1147680/ 5) http://www.youtube.com/watch?v=ZnsftqyDGLQ


mütecessis seyyah (KapkaraMizah) on Twitter

26.08.2013









16 Ağustos 2013 Cuma

Bazen sarf edilen bir kelime, insanın hayatına bile mal olabiliyor...



Memet Ali Alabora, gezi eylemlerine katılan sanatçılardan sadece biriydi, fakat yandaş medya tarafından bu eylemlerin lideri olarak gösterilmesi sonucu kendisine sosyal medya üzerinden bir linç kampanyası başlatıldı. Bu linç kampanyasının başlatılıp sürdürülmesinde Melih Gökçek önemli bir rol aldı. Memet Ali Alabora'nın ne vatan hainliği kaldı ne de darbeciliği.

Memet Ali Alabora, gezi eylemlerine katılan diğer sanatçılar gibi ilk defa bir toplumsal eyleme katılan biri değildi, nerede bir hak arama mücadelesi varsa Alabora oradaydı. Ayrıca 2003 yılında Amerika'nın Türkiye üzerinden Irak'a müdahalesini öngören 1 Mart tezkeresinin Meclis'ten geçmemesi için de, savaş karşıtı forumlarda halkı bilinçlendirmek amacıyla görev almıştı. Karşımızda , batı'dan iyi bildiğimiz fakat Türkiye'de görmeye alışkın olmadığımız bir sanatçı tipi var, Alabora ne darbeci ne de teröristtir, o sadece toplumsal olaylara karşı duyarlı bir politik aktivist.

Bir yandan Twitter'da Melih Gökçek tarafından linç kampanyası yürütülürken diğer yandan Başbakan, Alabora'nın "Mesele sadece Gezi Parkı değil arkadaş, sen hala anlamadın mı?" twitini kanıt olarak gösterip "bu ülkede hukuk varsa, bunun hesabını soracağız" diyerek yargıyı yönlendiriyordu. Sosyal medya'dan yapılan linç kampanyası Alabora'ya ölüm tehdidi olarak dönerken Başbakan'ın yönlendirmesi sonucu "Türkiye Cumhuriyeti Hükümetine karşı silahlı isyan" suçundan 20 yıl hapis istemiyle soruşturma başlatılıyordu.

Daha önceki tecrübelerimizden şunu biliyoruz ki, bu ülkede ölüm tehditleri, sadece tehdit olarak kalmıyor kısa süre sonra uygulamaya da geçiriliyor. Hrant Dink, bir yazısında sarfettiği, "Türk"ten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan, Ermeni'nin Ermenistan'la kuracağı asil damarında mevcuttur" cümlesi yüzünden önce ölüm tehditleri alacak-Türklüğe hakaretten yargılanacak ve kısa süre sonra öldürülecekti.

Kendisi de kurduğu cümleler-yazdığı romanlar dolayısıyla yargılanan ve bu yüzden uzun zaman yurt dışında yaşamak zorunda kalan Mehmet Uzun'un da dediği gibi,


"Kelimelerin çok pahalı olduğu bir toplumda yaşıyoruz, bazen sarf edilen bir kelime insanın hayatına bile mal olabiliyor"

Ve artık biz, sar fettiği cümleler yüzünden öldürülen insanlar görmek istemiyoruz...

Alıntı: Aşk Gibi Aydınlık, Ölüm Gibi Karanlık, Mehmet Uzun 

mütecessis seyyah (KapkaraMizah) on Twitter
16.08.2013


11 Temmuz 2013 Perşembe

Çocuklara da Analara da kıymayın efendiler...


Bu ülkede ne değişirse değişsin, annelerin çektiği acılar hiç değişmedi. Hükümetler değişir, sebepler değişir, insanlar değişir ama annelerin çektiği acılar değişmez. "Cennet annelerin ayakları altındadır" gibi dini bir referansa rağmen bu ülkede anneler'e her gün cehennem hayatı yaşatılıyor. Düne kadar memleketin doğusunda süren kirli iç savaş dolayısıyla acı çeken anneler, bugün memleketin batısında devletin evlatlarına uyguladığı zulüm dolayısıyla ağlıyorlar. 

Başbakan, grup toplantılarında altı aydır şehit haberi gelmiyor, bu ülkeye barışı biz getirdik diye övünüyorken diğer yanda gezi'de olanları protesto etmek için sokağa çıkan insanların ölüm haberleri geliyor. Bu ölümlerin müsebbibi, temel görevi insanları korumak olan kolluk kuvvetleri ya da kolluk kuvvetlerince göz yumulan elinde sopa-pala ya da silah olan insanlar (Başbakan'ın deyimiyle evde zor tutulan %50) oluyor. Bizler, memlekete barış gelecek gibi safiyane bir beklenti içerisindeyken sokaklarda 90'lı yıllarda, doğuda meydana gelen faili meçhul cinayetleri aratmayan ölümler meydana geliyor.

Ethem Sarısülük (26), bir polis'in silahından çıkan kurşunla; Medeni Yıldırım (18), bir asker'in silahından çıkan kuşunla; Abdullah Cömert (22), kim olduğu bilinmeyen kişilerce kafasına aldığı darbelerle; Mehmet Ayvalıtaş (20), eylem'in içine dalan sivil bir aracın ezmesi sonucu ve Ali İsmail Korkmaz (19),  eylem dönüşü eli sopalı kişilerce öldürüldü.

Bu ölümler'le insanlara verdikleri acı yetmiyormuş gibi, bir de insanları salak yerine koyan açıklamalarla katiller aklanmaya çalışılıyor. Onlara göre: Ethem Sarısülük, polis'in eline isabet eden taşın silahı ateşe vermesi sonucu öldü; Abdullah Cömert, eceliyle öldü; Mehmet Ayvalıtaş, trafik kazası dolayısıyla öldü; Medeni Yıldırım, havaya ateş eden askerin silahının üstüne atladığı için öldü ve Ali İsmail Korkmaz, eylemci arkadaşları tarafından devleti karalamak amacıyla öldürüldü. Devlet'e göre çoğu birer kazaya kurban gitti ama bu olaylar şunu gösteriyor ki, bu ülkede aslında hepimiz kazara yaşıyoruz. 

Her ne kadar bu ülkenin kazara yaşayan diğer gençleri, evladı öldürülen annelere "anne üzülme, evlatların burada" diyerek destek oluyor olsalar da, hiçbir şey evladı öldürülen bir annenin acısını hafifletemez, hele ki evladının katilleri ellerini kollarını sallayarak geziyorlarsa.

"Analardır adam eden adamı, 
Aydınlıklardır önümüzde gider
Sizi de bir ana doğurmadı mı?
Analar'a kıymayın efendiler

Koşuyor altı yaşında bir oğlan,
Uçurtması geçiyor ağaçlardan,
Siz de böyle koşmuştunuz bir zaman
Çocuklara kıymayın efendiler"

Alıntı: Nazım Hikmet Ran





18 Haziran 2013 Salı

Vurarak-kırarak değil, durarak !


Gezi eylemleri ilk olarak birkaç genç tarafından başlatılmıştı. Bu gençler, parkın içine çadır kurup kitap okuyarak eylemlerini, barışçıl bir şekilde sürdürüyorlardı. Polis'in sabah ezanında parkı basıp gençleri darp etmesi ve çadırlarını yakması toplumda bir duyarlılık oluşturdu. Sonrasında ise bu direnişe destek olmak ve o gençleri yalnız bırakmamak için yüz binlerce insan Gezi Parkı'na akın etti. 

İnsanlar o parkı şenlik alanına dönüştürdüler, egemenler şaşırmışlardı, ne yapacaklarını bilemez halde bu topluluğu analiz etmeye başladılar. Bu eylemciler, herhangi bir partinin yandaşları değil, yirmili yaşlarında olan ve daha önce hiçbir eyleme katılmamış insanlardı; bir liderleri yoktu; protestoları, orantısız zeka-mizah ve ironi kokuyordu; uğruna mücadele ettikleri şey ise daha önce Türkiye siyasetinde yer bulamamış olan doğa sevgisiydi ve bu, demokratik-barışçıl eylemler toplumun çoğunluğu tarafından haklı bulunuyordu. Rüzgar'ı tersine çevirip bu eylemlerin seyrini değiştirmek için o grup, provake edilmeliydi. 

Çok geçmeden polis, eylemcilere karşı biber gazı-tazyikli su ve jop kullanarak onların da şiddete yönelmesini sağladı. Bazı eylemciler ya da provakatörler, kamu malına zarar verip polisle çatışma durumuna gelmişlerdi. Bu görüntüler televizyonlarda gösterildikten sonra "bunlar marjinaller, başta barışçıldı ama artık değil, biz de şiddet kullanmak istemezdik ama bizi mecbur bıraktılar" gibi kalıplarla uyguladıkları şiddeti meşrulaştırdılar. Halk, bu şiddete dayanamayarak başta Taksim Meydanı olmak üzere tüm alanları terketmek zorunda kaldı.

Dün akşam 20.30'da bir vatandaş, Taksim Meydanı'nda ayakta durarak tepkisini dile getirdi. Başta tek başınaydı, ilerleyen saatlerde yanında yüzlerce ve ülkenin çeşitli yerlerinde binlerce kişi aynı protestoyu gerçekleştirdi. Bu kez provake olmayacağız, bu kez sizin silahınızla sizinle savaşmayacağız, bu kez oyuna gelmeyeceğiz çünkü John Lennon'un ne demek istediğini artık daha iyi anlıyoruz.

"Olay şiddet kullanımına dönüşmeye başladığı zaman, sistemin oyununa geliyorsunuz demektir. Yerleşik düzen sizi, kavgaya sokmak için kızdırmaya çalışacak, sakalınızı kesecek, yüzünüze fiske atacaktır. Çünkü, siz bir kere şiddete başvurduktan sonra sizinle nasıl başa çıkacaklarını iyi bilirler. Nasıl başa çıkamayacaklarını bilmedikleri tek şey, şiddet dışı eylemler ve mizahtır"

Alıntı: John Lennon

18.06.2013